SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

2020 başından 2022 yazına dek insanlığın ortak gündemi olan salgın toplumun kıyısından çekiliyor. Artık salgın sonrasına neyin kaldığını; daha önemlisi neyin değişmesi gerektiğini tartışacağız. Bu rapor salgın boyunca hangi toplumsal dinamiklerin açığa çıktığını, keskinleştiğini ve iç içe geçtiğini veriler üzerinden değerlendirmeyi amaçladı. Ön bölümde 16 farklı kategori temel veriler ve göstergeler ışığında incelendi. “Salgın Sonrası Toplum” başlığını taşıyan ana bölümde sağlık, aile, eğitim, çalışma hayatı ve eşitsizlik konularında uzmanların ayrıntılı analiz ve tespitleri yer aldı. Nihayetinde, gerçeğin hiçbir zaman tek yönlü olmadığını hatırlatan, çok boyutlu ve katmanlı bir perspektif ortaya çıktı.

 

Sağlık sistemi bakımından gelişmiş denilen ülkelerin salgına son derece hazırlıksız yakalandığını gördük. Türkiye pek çok OECD ülkesine göre salgının tıbbi boyutunda başarılı bir sınav verdi. Hastane yatak kapasitesinin yüksekliği, temel sağlık hizmetlerinin yaygınlığı, sıkı filyasyon çalışması ve sağlıkta işgücünün yoğun tempoda çalışmaya yatkınlığı bu başarının bileşenlerini oluşturdu. Tam da bu nedenle, sağlık sisteminin salgın sonrasında nasıl bir yapıya evrileceği önemli bir mesele. Sağlık hizmetlerine yönelik toplumsal taleple işgücü kapasitesi arasındaki asimetri, sağlık hizmetlerinin sunum ve organizasyonunun herkesin yararına olacak şekilde yeniden düzenlenmesini gerektiriyor.

 

Salgın sürecinde bilim, bilimsel veriler, bilimsel öneri ve uyarılar, bilimsel heyetler hiç olmadığı kadar göz önüne geldi. Türkiye’de bilim kurulunda sadece bir halk sağlığı uzmanının yer alması; ayrıca oluşturulan toplum bilimleri kurulunun “ikincil” konumu esasen bilim dalları arasındaki yerleşik hiyerarşilerin tezahürüydü. Ancak salgın ve salgın yönetimi tıbbi olduğu kadar sosyal, ekonomik, psikolojik ve hukuki bir dizi boyutu da içerdi. Salgın sonrası toplumda, bilim dalları arasında 19. yüzyılda köklenen ve işlevsiz olduğu kadar zarar üreten eski hiyerarşinin bir kenara bırakılması ve ortak, kamusal bilgi üretimi için hem kurumsal hem metodolojik zeminlerin kurulması gerektiği çok açık. Bilim dalları artık her konuda birbiriyle konuşmak zorunda.

 

Bilimsel bilginin dolaşımı hızlandığı gibi bilim dünyalarının iç farklılaşma ve çelişkileri de salgında açığa çıktı. İnsanlığın yakın tarihinde, bilimin iktidar ve sermaye tarafından nasıl araçsallaştırıldığına dair çok sayıda örnek bulunabilir. Dahası, bilimsel bilginin hiçbir zaman toplumsal çıkar, arzu ve ilişkilerden azade olmadığını bilim sosyolojisi çalışmaları gösteriyor. Salgın sonrası topluma geçerken bilimin kamusal fayda, şeffaf ve denetlenebilir bilgi, toplumla karşılıklı güven ekseninde nasıl işleyebileceğine de eğilmek gerekiyor. Türkiye’de hekimlik başta olmak üzere bilimsel bilgiyi en yoğun kullanarak hizmet üreten meslekleri yeniden düşünmek, sorun ve açmazları tespit etmek için salgın sonrasına geçiş süreci fırsat niteliğinde.

 

Salgın bilhassa kapanma sürecinde aile içi dinamikler için yoğun bir sınanma getirdi. Ev içi rol paylaşımları, ebeveyn-çocuk ilişkileri, hanehalkı ekonomisi sınanmanın öne çıkan boyutlarını oluşturdu. Ancak bu sınanma, gelir seviyesine göre farklı düzey ve nitelikte yaşandı. Konut tipi ve kentsel imkanlara erişim bakımından dezavantajlı sınıflar için kapanma daha yorucuydu. Hem evlilik hem boşanma oranı salgının başında düştü; ancak 2021’de tekrar yükselişe geçti. Dolayısıyla salgın sonrasına geçişte, ailenin dayanışma ve koruma işlevi öne çıkarken dönüşen yapısı da öne çıkıyor. Şehirlileşmiş, eğitim ve istihdama katılımı artmış bir toplumda, daha az sayıda çocuklu ve daha küçük aile tiplerinin öne çıkmasını bir bozulma gibi damgalamadan, çok boyutlu bir olgu olarak serinkanlı şekilde düşünmek gerekiyor.

 

Eğitim salgın boyunca en çok konuşulan meselelerden biriydi. Kesinti ve kapanmalarla bilhassa yoksul halk kesimleri için ciddi boyutta bir öğrenme kaybı yaşandı. Okulun sadece müfredat aktarımı değil, akran öğrenmesi, sosyalleşme, değer ve rol paylaşımı gibi en az müfredat kadar hayati toplumsal işlevler içerdiği derinden hissedildi. Bu süreçte dijital ortamların kısa vadede faydası da tartışılmaz biçimde açığa çıktı. Ancak hem dijital ürün ve altyapıya erişimdeki eşitsizlikler, hem de dijitalleşmeyi etkin şekilde kullanmaya yeterince yatkın olmayan kurumsal işleyiş ve personelin durumu salgın sonrasına geçişte dikkat çekiyor. Türkiye’de her kademede eğitim bütün toplum kesimlerine son on yılda yoğun şekilde açılırken geleneksel tedrisat, ölçme ve değerlendirme, rekabet ve başarı nosyonları da kapsayıcılık, esneklik, beceri gelişimi ve hakkaniyet ekseninde revize edilmeli.

 

Türkiye üç temel konuda; eğitim, sağlık ve hukukta çok boyutlu bir dönüşüm içinde: Hem bu hizmetlere yönelik toplumsal talep hızlı bir şekilde artıyor, hem bu hizmetleri sunan mesleklerin sosyo-demografik yapısı çeşitleniyor, hem de bu mesleklerin iç dünyası piyasalaşma ve ücretlileşme dinamiklerine sahne oluyor. Salgınla birlikte ekonomik krizin etkisiyle bu üç alanda aşikar hale gelen bir anomi var: Yakın zamanda hekimlere ve avukatlara yönelik şiddet haberlerini çok gördük. Esasen bir hekimin görevi başında katledilmesiyle bir sözleşmeli öğretmenin geçinememesi veya genç bir avukatın nitelikli meslekî gelişim imkanından mahrum kalması arasında yapısal bir irtibat var. Üç alanda da mesleğin statüsü, gelir düzeyi, güveni ve kamusal güvencesi aşınıyor. Üç alanda da çarpıklıklara karşı bürokrasi kendini ve günü kurtarmaya, sermaye hem uzman emeğini istismar etmeye hem de hizmet alanı müşterileştirmeye yatkın. İdeolojik rantın, bürokratik tutuculuğun, kapitalist sömürünün ötesinde sağlık, hukuk ve eğitimde ortak fayda, değer, bilgi ve güven ittifakını kurmak gerekiyor.

 

Bilimsel bir arka plan ve meşruiyete dayanan mesleklerin dönüşen konumu, ücretlileşme ve tabakalaşma bahsinde daha bir önem kazanıyor. Profesyonel işler, yükseköğretimin uzun süre geniş halk tabakalarının katılımına dar tutulmasının etkisiyle imtiyazlı mesleklere tekabül etmişti. Bugünse hem maddi hem simgesel imtiyazlar aşınıyor: Yükseköğretim diplomasıyla yapılan üst düzey profesyonel işlerin gelir seviyesi, 2014’ten bu yana ortalama esas iş gelirine yaklaşıyor. 2012’den 2021’e esas iş geliri bütün meslek gruplarının toplamında 3,2 kat artarken profesyonel meslekler 2,6 kat artışla en düşük artış oranına sahip grubu oluşturdu. Gelirin yanı sıra kariyer, beceri gelişimi, bağımsız çalışma gibi diğer temel hususlarda da yeni kuşaklar kümülatif bir dezavantaj yaşıyor.

 

Salgın sonrasına geçişte Türkiye’nin en önemli konularından biri eğitimli işgücüyle istihdam arasında nitelik uyumunu sağlayan köprüler kurmak olmalı. İşsizler arasında yükseköğretim mezunlarının oranı 2020 ve 2021’de arttı: Kayıtlı her dört işsizden biri üniversite diplomalı. Giderek kalabalıklaşan yükseköğretim mezunu işgücü için hizmet sektörünün alt tabakaları dışında bir seçenek olmaması, eğitimin değerine dair derin bir kriz anlamına geliyor. Son dönemde aktüel siyasete malzeme olarak kullanılan “liyakat” retoriğinin arkasında esasen üniversiteye ve istihdama yeni katılan kuşakların meslek piyasalarındaki yerleşik eşitsizliklerle karşı karşıya gelmesi var. Ne istihdamda ne eğitimde olan 15-24 yaş arası gençler arasında yükseköğretim mezunlarının oranı %30’un üstüne çıktı. Yükseköğretimin genişlemesi 2000’lere kadar ertelenmiş bir mecburiyetti; salgın sonrası 2020’lerde artık yükseköğretimin genç kuşaklara vermesi gereken becerileri ve bu becerilerin hakkaniyetli ve müreffeh bir çalışma hayatına tahvilini tartışmak elzem.

 

Belirsizliğin hüküm sürdüğü salgın boyunca kendini belli eden temel sosyal olgu eşitsizlikler oldu. Gelir eşitsizliğini ifade eden Gini katsayısına göre Türkiye 2021 itibariyle OECD ülkeleri arasında en eşitsiz üçüncü ülke. Gelir eşitsizliği 2014’ten bu yana artış halinde. Dahası, işgücü ödemelerinin GSYH içindeki payı salgında büyük bir kayıp yaşadı. 2020 başına dek %30 civarında olan bu pay 2021 sonunda %25’in de altına düştü. Buna karşılık işletme artığının payı yükseldi. Nitekim ücretli veya yevmiyeli çalışanların esas iş geliri salgının ilk yılında 2019’a göre %23 artarken, işverenlerin geliri %32 arttı. Her on çalışandan yedisinin ücretli olduğu mevcut emek rejiminde, emeğin payının görece azalması bu anlamda dikkat çekici.

 

Diğer yandan, en alt gelir gruplarının aldığı payda çok küçük de olsa bir iyileşme olduğunu görüyoruz. En üst gelir grubunun 2021’deki payı ise 2006’dan yüksek değil. Asgari ücret 2012’den 2021’e 3,9 kat; nitelik gerektirmeyen işlerde çalışanların geliri de 3,4 kat arttı. Toplam ortalama gelirin 3,2 kat arttığını düşündüğümüzde bunlar hayli yüksek oranlar. Ayrıca asgari ücret, ortalama esas iş gelirine giderek yaklaşıyor: Asgari ücretin ortalama esas iş gelirine oranı 2012’de %57 iken 2020’de %64 ve 2021’de %70 oldu. Mevcut asgari ücret politikası gelir eşitsizliğine görece olumlu katkıda bulunsa da enflasyon karşısında tüketim eşitsizliğini telafi etmeye yetmiyor.

 

Dolayısıyla eşitsizliği yorumlarken artık şu iki olguyu görmek gerekiyor: Birincisi, asgari ücretle en yüksek ücretli kesim olan profesyoneller arasında gelir anlamında bir farklılaşmadan ziyade yakınlaşma yaşanıyor. Bu da eğitim sermayesinin istihdam piyasasındaki karşılığının yetersiz kalmaya başladığına işaret ediyor. Nitelikli işgücünün değerinin aşınması toplumsal yapıya dair beklenti ve güvenin de altını oyuyor. İkincisi, sosyal transferlerin son on yılda hızlı artışı eşitsizliklerin derinleşmesini erteliyor. Hanehalklarının harcanabilir geliri içinde sosyal transfer yoluyla gelen gelirin oranı 2021’de %25’i geçti. İlgili bakanlıklar ve kamu kurumlarının, dar gelirli haneleri salgının ekonomik tahribatından korumak adına bu harcamaları artırdığını görüyoruz ancak bunun ne kadar kalıcı bir refah sağladığı şüpheli.

 

Gelir eşitsizliği elbette bütün toplumsal eşitsizlikleri ifade etmez. Servet eşitsizliğinin yanı sıra tüketim eşitsizliğinin de ölçülebilmesi gerekir. Bu noktada resmî verilerin harcanabilir geliri de içermesi sağlanmalıdır. İstihdam artsa da ve işsizlik azalsa da refahın tabana nasıl yayılamadığını görmek için servet ve tüketim eşitsizlikleri hesaplanabilir olmalıdır. Salgında öne çıkan bir gösterge bankacılık sistemiyle ilgiliydi: Bankaların aktifleri 2021’de %86 arttı; net faizi gelirleri de 2022 Eylül itibariyle bir önceki yıla göre %216 oranında yükseldi. Dolayısıyla bir yandan ücretlilerin esas iş gelirinin ortalama gelir etrafında birbirine yaklaştığını; diğer yandan orta vadede eşitsizliğin bedelini yine ücretlilerin ödeyeceğini görmek mümkün. Salgın sonrasına geçişte vergi, asgari ücret ve aktif istihdamla ilişkili politikaların servet ve tüketim eşitsizliği ekseninde yapılanması gerekiyor.

 

Krizler toplumsal yapının kendi kendini doğrulayan akışını kesintiye uğrattığı oranda, içinde bulunduğumuz şartları düşünme ve değiştirme irademizi hatırlatır. Salgın sonrası toplum, salgınla birlikte birçok dinamiği açığa çıkan ve keskinleşen toplumsal düzenin kader olmadığı anlamına geliyor. Aileden eğitime, sağlıktan çalışma hayatına her alanda açığa çıkan dinamikleri dikkate aldığımızda Türkiye’nin çelişkileriyle ve zaaflarıyla birlikte birçok fırsatı elinde bulundurduğu açık.