Küreselleşen Dünya’da Beyin Göçü: Fırsat mı, Tehdit mi?
‘Beyin göçü’ son zamanlarda oldukça sık duyduğumuz olgulardan birisi. Bu yazıda farklı bakış açılarından beyin göçü olgusunu analiz etmeye ve beyin göçünün günümüz dünyasında Türkiye açısından ne gibi fırsatlar veya tehditler içerdiğini değerlendirmeye çalışacağım. Öncelikle, beyin göçü olgusunu da kapsayan uluslararası göç konusunun oldukça önemli ve popülerliği gittikçe artan bir bilimsel çalışma alanı olduğunu vurgulamakta fayda var. Bu yazıda, ben bilimsel bir değerlendirmeden ziyade bir eğitimci ve akademisyen olarak kendi tecrübelerim, gözlemlerim ve yükseköğretim alanındaki gelişmeler çerçevesinde bu olguyu ele almak ve somutlaştırarak tartışmak niyetindeyim.
Öncelikle, beyin göçünün tam olarak kimleri kapsadığını ve kavramla ilgili farklı bakış açılarını genel olarak tanımakta fayda var. Kavramın ilk olarak 1950’li yıllarda İngiltere’den Kuzey Amerika’ya göç eden eğitimli insan kitlesi için kullanıldığı biliniyor. İngiltere’nin uzun yıllardır genellikle beyin göçü alan ülkeler arasında yer aldığı ve özellikle Brexit sonrasında bu eğilimi daha da güçlendirmek için ek tedbirlere başvurduğu düşünüldüğünde beyin göçü ile ilgili tartışmaların yıllar içerisinde farklılaşarak günümüze kadar ulaştığı görülebilir. Kavramın ortaya çıkışından da anlaşılacağı üzere beyin göçü genel olarak iyi eğitimli ve küresel anlamda yüksek talep gören iş kollarında çalışabilecek vasıflarda olan bireylerin başka ülkelere göç etmeleri anlamına gelmektedir. Bu göç, çok büyük oranda gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere, coğrafi olarak ise son yıllarda belli oranda değişmekle birlikte Doğu’dan Batı’ya doğru gerçekleşmektedir. Peki, nitelikli iş gücü olarak da tanımlanabilecek iyi eğitimli ve vasıflı bireylerin bir ülkeden başka bir ülkeye göç etmeleri göç veren ya da göç alan ülkeler açısından ne ifade etmektedir? Ülkelerin bu konudaki fayda ve zararları neler olabilir?
Beyin göçü konusunda süre gelen en önemli tartışmalardan birisi, gelişmiş Batı ülkelerinin beyin göçü aracılığı ile gelişmekte olan ülkelerin beşeri ve hatta maddi sermayelerinden faydalanmaları ile ilgilidir. Bu kapsamda, zaten kıt kaynaklara sahip ülkelerde çoğunlukla kamusal kaynaklar yardımı ile eğitimlerini tamamlayan bireylerin, bu eğitimleri sonucunda edindikleri bilgi ve birikimlerini kendi ülkelerinde değil de başka bir toplumda kullanmaları hem toplumsal gelişmenin öncü kaynağı olarak görülen beşeri sermayenin hem de eğitim sürecinde harcanan maddi kaynakların yok olması olarak düşünülmektedir. Güncel bir örnek olarak bir doktorun yurtdışına göçünü ele alalım. Türkiye’de tıp eğitimi almış ve oldukça uzun ve masraflı olan bu eğitimi kamu kaynaklarından finanse edilmiş genç bir doktorun mezuniyetinden kısa bir süre sonra başka bir ülkede iş bularak göç ettiğini düşünelim. Türkiye’nin kaynakları ile yetişmiş bir doktorun başka bir ülkedeki hastaları tedavi etmesi, uzun vadede kariyerinde ilerlemesi durumunda o ülkede yeni doktorların yetiştirilmesine katkıda bulunması dahası toplumun ortalama eğitim seviyesinin üzerinde bir eğitim ve genel kültüre sahip bu bireyin toplumsal gelişime farklı açılardan katkıda bulunamıyor olması önemli bir kayıp olarak görülebilir.
Yukarıda verilen örneği şu an yaşadığımız salgın gerçeği ve son yıllarda yurtdışına (özellikle Almanya’ya) gitmek için çabalayan doktor sayısında birkaç kat artış olduğu yönündeki iddialar ile birlikte düşündüğümüzde belli oranda endişe etmemiz normal. Ancak, çizilen bu olumsuz tablo tamamen doğru olmayabilir. Yani, eğitimli bir bireyin başka bir ülkeye göç etmiş olması her zaman göç veren ülke için kayıp anlamına gelmeyebilir. Örneğin, yukarıda bahsedilen doktorun göç ettiği ülkede öğrendiği önemli bir tedavi yöntemini ayda birkaç kez Türkiye’ye gelerek bazı hastalara uygulaması normal şartlarda tedavi için yurt dışına gitmesi gerekebilecek hastaların, dolayısıyla önemli bir maddi kaynağın ülke içerisinde kalmasına sebep olabilir. Benzer şekilde Türkiye’de çalışan ancak yurtdışında bulunan yeni bir cihazın kullanımını öğrenmek isteyen bir doktorun normal şartlarda kuramayacağı iletişim ağını göç etmiş doktorumuz aracılığı ile kurarak yurtdışına kısa süreli gidebilmesi ve orada öğrendiklerini Türkiye’ye ve kendi kurumuna taşıması mümkün hâle gelebilir. Benzer örnekleri Silikon Vadisi’nde çalışan genç bir Türk mühendis veya dünyanın herhangi bir üniversitesinde herhangi bir alanda çalışan başarılı bir akademisyen üzerinden vermek de mümkündür. Kurulacak ilişkiler, ortak çalışmalar, proje imkanları ve karşılıklı ziyaretlerin oluşturacağı etkileşim bazı kişilerin yurtiçinde kalmasından çok daha büyük bir katma değer oluşturabilir. Yapılan birçok bilimsel araştırma da uzun vadede beyin göçü veren ülkelerin bundan faydalı çıkma ihtimallerini ortaya koymakta. Bu yüzden de son yıllarda birçok ülkenin yurtdışında çalışmakta olan yetişmiş vatandaşlarını yakından takip etmeye çalıştıkları ve güçlü bir bilim ve teknoloji diasporası kurmaya çaba gösterdikleri görülmektedir.
Yukarıda sunulan iki senaryonun da aslında hali hazırda birçok ülke için eş zamanlı olarak gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Türkiye açısından da yakın tarihimizde şahit olduğumuz Nobel ödüllü bilim insanı Aziz Sancar ve tam olarak beyin göçü kategorisine girmeseler de Covid-19 aşısını geliştiren Alman Biontech firmasının sahipleri Özlem Türeci ve Uğur Şahin çiftinin Türkiye’ye katkıları olumlu senaryolar olarak önümüzde durmaktadır. Ancak, beyin göçü sonrasında gittikleri ülkelerde istenilen düzeyde başarılı olamayan veya Türkiye ile ilişkilerini tamamen kesmiş olan kaç kişi var? Bu bireyler hatta olumlu örnekler olarak sunduğumuz kişiler Türkiye’de kalmış olsalardı ne düzeyde başarılı olabilirlerdi ya da ülkeye daha yüksek seviyede katkı sunabilirler miydi? Tabii ki bu ve benzeri soruların cevaplarını bulmak zor. Ancak, bildiğimiz bir şey özellikle günümüzün küreselleşen dünyasında şartlar ne olursa olsun dünyanın başka ülkelerine gitmek, oralarda eğitim ve çalışma hayatını deneyimlemek ve hatta yerleşerek hayatlarına devam etmek isteyen özellikle genç bireylerin olacağı şeklinde. Bunları belirtmekle birlikte nitelikli insan gücüne, katma değer yaratabilecekleri iş olanakları ve destek mekanizmaları sağlayarak bu kişilerin büyük oranda Türkiye’de kalmalarını ya da belli bir süre yurtdışı deneyiminden sonra ülkeye dönerek bilgi ve birikimlerini kendi ülkeleri için kullanmalarını sağlamanın birincil hedef olması gerektiğini de vurgulamakta fayda var. İbn-i Sina’ya atfedilen “Bilim ve sanat itibar görmediği toplumları terk eder.” sözünün yol göstericiliğinde düşünürsek yüksek nitelik ve beceri sahibi olan yetişmiş insan gücüne gerekli ilgi ve itibarın sağlanmasının toplumun gelişmesinde itici bir güç olacağını söyleyebiliriz.
Beyin göçünü azaltma veya bu süreçten faydalanma konusunda neler yapılabileceğini biraz daha detaylandırmak iyi olabilir. Öncelikle, farklı alanlarda yetişmiş nitelikli bireyleri göçe iten sebepleri araştırmak ve bunlara yönelik alan bazlı çalışmalar yapmak faydalı olacaktır. Özellikle son yıllarda, yurtdışına göç konusunda politik duruş ya da ekonomik refah gibi etmenler çok fazla ön plana çıkarılsa da örneğin sağlık çalışanlarına karşı şiddet, akademisyenlere sunulan bilimsel çalışma ortamı, yenilikçi fikirlere sahip genç mühendislerin karşılaştığı bürokratik engeller, istihdam süreçlerinde yaşanan olumsuz tecrübeler, vb. etmenlerin de itici etmenler olabileceğini unutmamak gerekir. Geliştirilecek politikalar sonrasında vasıflı insan kaynağının önemli bir miktarının ülke içinde tutulabilmesi durumunda beyin göçünü büyük bir tehdit olarak görmeye de gerek kalmayacaktır. Dahası, günümüz dünyasında tamamen ortadan kaldıramayacağımız bu olgudan belli ölçüde faydalanmaya çalışmak da mâkul bir seçenek olarak görünüyor. Bu kapsamda, göç eden vatandaşlarımızın göç ettikleri yerlerde başarılı olabilmeleri, göç süresince Türkiye ile ilişkilerini en üst düzeyde devam ettirebilmeleri, karşılıklı iş birliği ve paylaşımların sürdürülebilmesi ve toplamda güçlü bir bilim ve teknoloji diasporası oluşturulabilmesi önemli bir stratejik hedef haline getirilmelidir. Dahası göç etmiş nitelikli insan gücünün bu süreçte bilgi ve deneyim açısından daha da gelişim gösterecekleri varsayıldığında bu kişilerin belli bir süre sonra ülkeye geri dönerek uygun ortamlarda çalışmalarını sağlayacak politikalar da geliştirilmesi önem arz etmektedir. Ayrıca, göçün sadece tek taraflı gerçekleşebileceği ön yargısından kurtularak alanlarında uzman farklı ülke vatandaşlarının Türkiye’ye çekilebilmeleri, kamu ya da özel kurumlarda kolaylıkla istihdam edilebilmeleri ve istihdam süreçlerinde uzmanlıklarını en üst düzeyde kullanabilmeleri için gerekli politika ve desteklerin sağlanması gerekmektedir. Son yıllarda özel bazı programlar (örneğin, TÜBİTAK ‘Lider Araştırmacılar Programı’) aracılığı ile Türkiye’yi beyin göçü alan ülkeler arasına sokma konusunda gösterilen çabaların oldukça önemli olduğunu vurgulamakla birlikte bu tür dar kapsamlı programların çok büyük değişimler oluşturmasının zor olduğunu vurgulamakta da fayda var. Bu çabalara ek olarak hem yükseköğretim kurumlarının hem de nitelikli insan gücünü istihdam edebilecek diğer kurumların çalışma koşulları açısından yurtdışı muadilleri ile karşılaştırılabilir düzeye getirilmeleri öncelikli hedef haline getirilmelidir. Bu kapsamda, ilgili kurumların yönetim, finansman, istihdam, çalışma şartları, destek mekanizmaları vb. politikalarının dünya ile uyumlu hale getirilmesi zorunluluğu söz konusudur. Genel olarak beyin göçü konusunda proaktif bir politika izlemek ve bu olgunun zaman içerisinde Türkiye için olumlu çıktılar oluşturması için çaba göstermek gerektiği açıktır.