Hak ve Savunuculuk Sivil Toplum Kuruluşları

Türkiye ve Dünyada 2010-2020 arası yaşanan siyasi, ekonomik, askeri gelişmeler baş döndürücü bir hızda aynı zamanda endişe verici seyirde ilerledi. Küreselleşme fenomeni, bahse konu gelişmelerin etkilerinin sadece Türkiye’yle sınırlı kalamayacağını bize göstermektedir. Haliyle sivil toplumun son on yılını değerlendirdiğimizde aslında küresel ölçekte bir değerlendirme yapmış oluyoruz. Elbette bu küresel ölçeğin lokal renklerin kaybolduğu, baskın bir renk etrafında sabitlenmiş, yer kürenin devasalığına rağmen tek tip veri sunduğunu belirtmek gerek. Dolaysıyla kültürel farklılıklar eriyip, ortadan kalktıkça, hak savunuculuğu anlamında da bir -hegemonik- birlik ortaya çıkıyor diyebiliriz. 


Hak ve savunuculuk bağlamında Türkiye’nin son 10 yılında şu kavramların öne çıktığını görüyoruz: Göç, mültecilik, yabancılar, kadın hakları, kadına şiddet, çocuk hakları, kadın ve çocuklara yönelik cinsel istismar, hayvan hakları, çevre hakları, terör kavramı, terör örgütleri, siyasi haklar, şirket ve belediyelere kayyum atanması, cinsel özgürlük vs. Önceki yıllara nazaran işçi hakları, ekonomik haklar, sendikal haklar, etkisini devam ettirmekle beraber, zikredilen sair kavramlara oranla gündemde daha az yer almıştır. 


Gerçek kişiler gibi tüzel kişiler de içinde bulundukları zaman ve toplumun ruhuna göre şekillenir, pratik ve söylemsel gerçekliklerini ortaya koyarlar. Az önce zikredilen kavramların konuşulduğu atmosfer, hak ve savunuculuk anlamında kişisel ve kurumsal eğilimleri belirlemiş, bir takım yeni oluşumların can bulmasına vesile olmuştur. Söz gelimi çevre sorunlarının artması ile üçüncü kuşak haklar olarak gösterilen çevre hakkı üzerinden, cinsel tercihlerin ifade edildiği alanların artışıyla cinsel özgürlük hakkı üzerinden sivil toplum unsurlarının teşekkül ettiğini, böylece hak savunuculuğunun çeşitlenip, yeni izleklere/eğilimlere kavuştuğunu bizlere gösteriyor. 


Türkiye özelinden bu eğilimleri takip ettiğimizde global değişim ile paralellik gösterdiği, jeopolitik konumu nedeniyle göç, mültecilik gibi sorunlarla ziyadesiyle yüzleştiği, cinsel özgürlük, kadın ve çocuk hakları, örgütlenme özgürlüğü üzerinden sivil toplumun harekete geçtiği ve sosyal medya gücünden istifade ettiği kaydını tutabiliriz. 


Geçtiğimiz on yılda Türkiye’de etkinliğini arttıran en temel sivil toplum aktivasyonu yardım ve mülteci hukuku alanında olmuştur. Suriye iç savaşı nedeniyle göç eden milyonlarca insanın Türkiye’ye sığınması, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde fanatik hristiyan çetelerinin saldırısı sonucu azınlıkta olan müslümanların CAD sınırına sığınması, Doğu Türkistan’da yaşayan Uygur Türklerine karşı yürütülen sindirme politikaları, Myanmar’da yaşanan katliamlar, Mısır’da askeri darbe sonrası yaşanan iç karışıklık sonucu Türkiye’ye göç edenlerin yaşadıkları sorunlar derken son on yılda milyonları bulan  bir nüfusun maddi-manevi, sosyo-ekonomik, hukuki problemleri sivil toplumun faaliyetlerinin buralara yoğunlaşmasına neden oldu. Her ne kadar sivil toplum kuruluşlarının ortaya koydukları etkinlikler ağırlıklı olarak yardım bağlamında gerçekleşmişse de bu yardımların hedefi olan kitleler; temel hak ve hürriyetlerinden mahrum kaldıkları, özgürce yaşama hakkı, mülkiyet hakkı başta olmak üzere bir çok haklarının ihlal edildiği kitlelerdir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ilk maddesi; “Bütün insanlar onur ve hakları bakımından eşit ve özgür doğarlar” ifadesini içermekte, devamında ikinci maddesinde “herkes ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da her hangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bu bildirge’de açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden faydalanabilir.” demektedir. Bütün insanların onur ve hakları bakımından eşit doğduğu belirtisi karşısında yukarıda dile getirilen yardım organizasyonlarının bu bağlamdan uzak olmadığı, insanların onurluca yaşamalarına ve haklarının ikamesine katkı sunduklarını söylemek gerekir. 


Savaş ve göç etmeninde bir diğer odaklanma mülteci hakları üzerine oldu. Bir yandan göç ve mülteci hakları sempozyumları, hak ihlallerinin takibi ve bertarafı ile yabancıların hukuki koruma mekanizmalarına erişimi için yapılan çalışmalar, öte yandan göç idaresi müdür-lükleri(kamu bünyesinde), geri gönderme merkezleri( kamu bünyesinde) ile içli dışlı bir sivil toplum pratiği gelişti. Alanda; Uluslararası Mülteci Hakları Derneği, Mülteci Hakları Merkezi, Mültecilerle Dayanışma Derneği (Mülteci-Der), Mülteci ve Sığınmacılarla Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği(Mülteciler Derneği) hak savunuculuğu anlamında sivil toplum unsurları olarak öne çıktılar. 


Türkiye’de hak ve savunuculuk alanındaki en netameli tartışmalar LGBT gibi cinsel yönelimlerin bir insan hakkı olarak kabul görmesine yönelik talep ve söylemler üzerinden yaşanmaktadır. LGBT meselesi sivil toplum alanında yaygın bir yapılanması olmasa da çeşitli kuruluşlar vasıtasıyla yürütülen etkinlikleri son yıllarda belirginliğini arttırmıştır. Bu bağlamda LGBT derneklerinin kendi aralarında dayanışma içerisine girdikleri, hak temelli faaliyetler yürüten bazı kuruluşlarla işbirliği içinde oldukları gözlenmektedir. Yeni Anayasa yapımı sürecinde LGBT örgütlerinin Anayasada yer alan eşitlik maddesine “cinsel yönelim” ve “cinsiyet kimliği” ibarelerinin eklenmesi, Anayasada belirtilen sosyal hakların “aile” veya “hane” üzerinden değil “birey” üzerinden tanımlanması gibi talepleri olmuş, bu talepler bazı siyasi parti temsilcileri üzerinden Anayasa komisyonuna aktarılmıştır. Bu anlamda artan görünürlük hemen hemen tüm toplum kesimlerinde yaygın bir rahatsızlık oluşturmaktadır. Bu anlamda toplumda cinsel yönelimin bir insan hakkı olarak görülmediği anlaşılmaktadır. Hatta bu tür talep ve isteklerin başka insanların haklarına yönelik bir tehdit oluşturduğu da görülmektedir. 


Hak ve savunuculuk alanında artış gösteren bir diğer sivil toplum refleksi de kadın ve çocuk hakları alanındadır. Kadına karşı şiddet, eşit miras, eşit ücret, pozitif ayrımcılık çocukların iş kollarında çalıştırılması, cezaevindeki çocukların hakları, pedofili, çocuğun ve kadının vücut dokunulmazlığının korunması gibi kavramlar hem hak ve savunuculuk alanında çalışan sivil toplum örgütlerinin hem de basın ve medyanın gündem konuları arasında yer aldı. Medyanın alandaki gücü ve algı oluşturmadaki etkisi; özellikle kadın hakları bağlamında bütünlükçü bir yaklaşım yerine parçacı argümanlar üretilmesine ve meselenin sağlıklı bir zeminde tartışılmasına engel olmaktadır. Neticede çatışmacı, keskin bir dil gelişmiş, hak ve savunuculuk alanında çalışan sivil toplum örgütleri dahi bu menfi gelişmeden uzak duramamışlardır. Sivil toplum örgütlerinin bu alanda tıkandığı, çözüme yarar söylem ve somut öneriler geliştiremediği değinisi ise bu bahsin bir diğer gerçekliği olarak karşımızda duruyor.


Hak ve savunuculuk alanında, son on yıllık serüvenin son bahsini sivil toplumun can damarı olan örgütlenme özgürlüğüne, siyasi iktidar ve kamu gücü karşısındaki tecrübelerine ayırmak gerekiyor. Türkiye’de sivil toplumun gelişiminde siyasal iktidarlar nerdeyse başat rol oynamaktadırlar. Bu bağlamda baktığımızda hak ve savunuculuk alanındaki STK’lar, ‘sivil’ kalamama, yandaş ithamı ile karşı karşıya kalabildiği gibi aksine sivil alandan uzaklaşan hatta marjinal, terör iltisaklı yapılar gibi de algılanabilmektedir. Devletin hak ihdas eden olmadığı, hak sağlamada aracı olduğu gerçeğinden hareketle, sivil toplum örgütlerine karşı resmi bakışın normalleşme sağlanıncaya kadar yeniden dizayn edilmesi, denge ve denetleme ağlarının ihdas edilmesi gerekmektedir. Aynı şekilde hak ve savunuculuk alanında çalışan sivil toplum yapılarının da gerçekten ‘sivil ’kalması, ideolojik gözlükleri çıkarması ve adil şahitlik yapan kurumlar olarak yol alması icap ediyor. Siyasete angaje olmuş veya terör yapılanmalarının vitrin ürünü konumuna düşmüş dernek vs yapılanmalar sivil topluma zarar vermektedir. Hak savunuculuğunun siyasi iktidar ve siyasi muhalefet çizgisinden bağımsız ilerleyemeyişi bu alandaki tıkanıklığın temel bir sebebi. 


2011 AB ilerleme raporunda devlet-sivil toplum ayrımında şu hususlara yer verilmişti. “Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de insan hakları savunucuları devletin resmi görüşüyle ters düşebilecek görüşleri öne sürmektedirler. Bu sebeple de, savunucular insan hakları alanını genişletmek için çalışmalar yürütmektedir. Ancak bu ters düşüş ülkemizde sıklıkla ‘terör ’eylemleriyle ilişkili görülmekte ve “sivil toplum kuruluşları ve insan hakları savunucuları, gösteriler ve protesto mitingleri sırasında terörist propaganda yaptıkları suçlamasıyla sıklıkla kovuşturmaya ve davaya maruz kalmaktadır.” AB ilerleme raporlarında da bahse konu çekinceler detaylı bir biçimde yer almıştır. 


2020’nin son günlerinde yaşanan bazı gelişmeler ise sivil toplumun geleceği açısından endişe verici doneler ihtiva ediyor. Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi, TBMM Genel Kurulunda kabul edildi. Kanun, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin (BMGK) kitle imha silahlarının yayılmasının finansmanının önlenmesine yönelik yaptırım kararlarının uygulanmasına ilişkin usul ve esasları düzenliyor. Sivil toplumdan yükselen itirazlar üzerine kısmi değişiklikler yapılsa da teklif yasalaşmıştır. STK’ların mal varlıklarının dondurulması, kayyum atanması, yöneticilerinin cezai müeyyide ile karşı karşıya kalması, yapılan insani yardımların bildirilmesi gibi hususlar, tartışmaların odağını oluşturuyor. Yasanın, küresel/hegemonik sistem üzerinden bir takip sistemi oluşturmaya, sivil alanın ve gönüllülük üzerine yürütülen çalışmaların ‘gücün hukuku’ üzerinden baskılanmasına müsait bir yasa olduğunu bu vesileyle söyleyebiliriz. Dolayısıyla 2020 yılın son günlerinde yaşanan bu gelişmeler Türkiye’de hem hak ve savunuculuk alanında hem de sair alanlarda faaliyet yürüten sivil toplum örgütlerinin geleceğe güvensiz bakmalarına neden olmuştur.