BİR BAKIŞTA TÜRKİYE TOPLUMU

Eğitim


Türkiye’de eğitim toplumsal hareketlilik beklentisinin yüklendiği bir mekanizma olageldi. Eğitim hem sosyo-ekonomik statü kazanımında geniş halk kesimleri için halen daha taşıyıcı bir işlev görüyor; hem de üst-orta tabaka için mevcut kazanımların tevarüs ve muhafazasını sağlıyor. Ortalama eğitim süresi giderek arttıkça eğitim alanında ekonomik sermayenin etkisi belirginleştiği gibi eğitim sermayesi içinde de çatallanmalar gerçekleşiyor.

Bu bağlamda giderek genişleyen bir olgu okul öncesi kurumlardır. Okul öncesi eğitim kurumlarına kayıtlı öğrenci sayısı 2013’ten bu yana sürekli artıyor. Bunun tek istisnası, salgın etkisiyle bütün okulların kapandığı, ailelerin hastalık riski nedeniyle çocuklarını okula yazdırmaktan imtina ettiği 2020 yılı. Ancak uzun vadede okul öncesi eğitime yönelik toplumsal talebin arttığı kesin. Ayrıca okul öncesine yükselen talep özel kurumların payını artırdı. Bütün eğitim kademeleri arasında özelde olan öğrenci oranı okul öncesi kademesinde en yüksek seviyede. Bu bağlamda devlet okullarının sunduğu hizmetin hem nicelik hem nitelik bakımından yükseltilmesi şart. Okul öncesi eğitim alan öğrenci sayısındaki artış, bütün eğitim kademelerindeki artıştan daha fazla. Bunun birçok toplumsal nedeni var. Öncelikle okul öncesi eğitimin sağladığı sosyalleşme, akran öğrenmesi ve temel bilgi ve becerileri aileler geçmişe göre daha fazla önemsiyor. İkincisi, devlet okullarının bu kademede eğitim sunması, okul öncesine maddi kaynak ayırmakta zorlanması muhtemel ailelerin de bu eğitimden mahrum kalmamasını bir oranda sağlıyor. Üçüncüsü, kadınların çalışma hayatına katılımının giderek artması çocuklu annelerin okul öncesi eğitime başvurmasını gerekli kılıyor. Daha uzak bir neden olarak da, şehirleşmeyle birlikte çocukların ilkokul yaşına gelene kadar vakit geçirecekleri mahalli sosyal bağ ve ortamların görece zayıflamasına binaen okul öncesi eğitim kurumlarının bu boşluğu doldurma işlevi hatırlanabilir. Bütün bu nedenlerden dolayı okul öncesi eğitimde öğrenci sayısının önümüzdeki yıllarda da artacağı öngörülebilir.

İlkokulda öğretmen başına düşen öğrenci sayısının 2013’te ilk defa 20’nin altına indiğini ve o yıldan bugüne 17-18 civarında seyrettiğini görüyoruz. Dünya Bankası verilerine göre yüksek gelirli ülkelerde bu oranın 14, orta gelirli ülkelerde 24 olduğunu hesaba kattığımızda, Türkiye’nin kötü bir seviyede olmadığı ancak henüz beklenen düzeye de varmadığını söylemek gerekir. Diğer yandan ülke içinde farklılaşmanın eksenleri vardır; mesela Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde öğretmen başına düşen ilkokul öğrencisi sayısı en yüksek olup 20’nin üstündedir. Yine mesela ülke genelinde özel ilkokullarda bu sayı 8 civarındadır. Dolayısıyla ilkokul kademesinde muhtemel dezavantaj ve eşitsizliklerin tespitinde bölgesel ve sektörel farklılaşmaların üstüne gitmek gerekir.

Hem ilköğretim hem de ortaöğretim kademesinde net okullaşma oranları 2010’dan bu yana genel itibariyle yüksek. İki kademe arasındaki geçişi sağlayan LGS sınavına 2022 yılında 1 milyon 236 bin öğrenci başvurdu; bunların 951.703’ü yani %95’i tercih ettiği okullardan birine yerleşti. Dolayısıyla Türkiye’de ilköğretim ve ortaöğretim düzeyinde eğitime erişmek nicel anlamda sorun değil. Ancak bu sınav yoluyla hangi toplumsal kökenlerden öğrencilerin hangi lise tiplerine daha çok gittiği meselesi, hem eğitim sisteminin ileriki kademelerinde hem de çalışma ve meslek hayatı bağlamında kendini gösteren eşitsizlikleri üreten bir mesele haline geldi. Okullaşma oranı artıyor olsa da geçim, kültürel etkenler, ihmal, zorbalık gibi içsel ve dışsal nedenler çerçevesinde bilhassa lise kademesinde meydana gelen okul terki olgusu ileri araştırmalar gerektirir.
Yükseköğretim kademesinde ise Türkiye’nin bir geç gelen (late comer) ülke olduğunu görüyoruz. Hem üniversite sayısı hem kontenjanlar bakımından 1990’larda başlayan ve esasen 2000’lerin sonlarından bu yana yaşanan güncel genişleme dalgası yükseköğretimde net okullaşma oranını hızlı bir şekilde yukarı taşıdı. 2021 sonu itibariyle 8 milyondan fazla öğrenci üniversitelerde bir programa kayıtlı. Bu miktarın yarısının örgün olmayan programlardan oluşması, yükseköğretimde verim ve kaliteyi zorluyor. Örgün programlardaki başlıca sorunlardan biri ise mevcut akademik kadroların, üniversiteye gelen genç kuşakların ihtiyacı olan beceri ve gelişim seviyesini sağlamaya elverişli olmayan kurumsal ve kolektif yatkınlıkları.

Toplamda brüt okullaşma oranı bakımından Türkiye’nin 2000’lere kadar Ortadoğu ve Kuzey Afrika seviyesinde olduğunu; 2010’lardan bu yana ise AB ve OECD ortalamasının üstüne çıktığını söylemek gerekir. Bir diğer ifadeyle yükseköğretime yönelik geç ama hızlı gerçekleşen bir toplumsal talep vardır ve bu talebin işgücü piyasalarından aile yapısına bir dizi temel konuda büyük bir dönüşümü tetiklediğini söylemek yanlış olmaz. Yükseköğretimin genişlemesinin anlamı sayılardan ibaret değildir; mesleklerin ve sektörlerin dezavantajlı sosyo-ekonomik kökenden gelen genç kuşaklara, kadın katılımına ve daha dinamik bir beşeri sermayeye açılması demektir. Dünyanın hemen yerinden gelen yabancı uyruklu öğrencilerin yıllar içinde çok hızlı artan sayısıyla birlikte düşünüldüğünde Türkiye’de yükseköğretim, bilimsel araştırma ve kamusal fayda üretimi için idari, mali ve lokal handikaplarını aşması gereken hayati bir potansiyele sahiptir.  



Kaynaklar: MEB Örgün Eğitim İstatistikleri, YÖK İstatistikleri



Eğitim Kademelerine Göre Net Okullaşma Oranı (%, 2010-2021)
Kaynak: MEB, Örgün Eğitim İstatistikleri & YÖK, Yükseköğretim İstatistikler




Üniversite Sayıları (2010-2021)
Kaynak: YÖK, Yükseköğretim İstatistikleri




Yükseköğretimde Brüt Okullaşma Oranı (1970-2020) 
Kaynak: Dünya Bankası Eğitim İstatistikleri