Tahsin Görgün, Ahlâkın Müeyyideye İhtiyacı Var mı Diye Sordu

30 Kasım -1

"Ahlâkî Müeyyide Üzerine Konuşmalar" dizisinin üçüncüsü,Tahsin Görgün’ün “Ahlâkın Müeyyide’ye İhtiyacı Var mı?” başlıklığıyla 23 Nisan Perşembe 18.00’de, İSAM Konferans Salonu’nda gerçekleşti.

Görgün sunumuna "akıl” (makuliyet), "ahlâkilik" ve "bilgi" kavramları ile ilgili kısa açıklamalar vererek başladı. Görgün’e göre bilgi, insanın manaları temyizini ifade eden bir hali ve vasfı olup hem akılla hem de ahlâkla doğrudan alakalıdır. Ahlâkilik, insani varoluşu muhafaza etme, makul davranma ise ilgi çevresine bağlı, itibari bir yönelişi ifade etmektedir. Modern insanın ahlâka ihtiyacı olup olmadığı ve mevcut ekonomi, siyasi, toplumsal alanları ahlâkla irtibatlı olarak kavramanın imkanı gibi meselelerle birlikte ahlâkın bugün hayatımızdaki yeri ve hayatımıza ne kadar hakim olduğu tartışılmaya başlanıyor. Görgün, ahlâkı ilke olarak kabul eden ekonomik hayatın bugün ne kadar “anlamsız” olduğunu söylüyor. Öyle ki, iyi bir sanatçı, iktisatçı vs. bu alanlara ahlâkı karıştırmadığı ölçüde “başarılı” olabiliyor. Ahlâklı olmak için ise tahayyül edilmemiş, formüle edilmemiş alanlar kalıyor sadece. Burada da ahlâklı olmak ya da olmamak pek bir şeyi değiştirmiyor. Oysa ahlâklı olmak, insan hayatının bir parçasında, kenarında bulunmaktan ziyade, insan olmanın kendisidir. Dolayısıyla haddizatında parçalanamayacak, kimi alanlara hasredilemeyecek veya insan hayatının belli alanlarından çıkarılması söz konusu olmayacak bir tutumdur.

Görgün’e göre, insanların neden ahlâklı olduğunun yanında, neden ahlâklı olmadığının da sorulması gerek. Ancak bu noktada ahlâklı olmanın da olmamanın da makul gerekçelendirilmesi riski ile karşılaşılabilir. Tam da bu noktada fert ve formel yapılar arasındaki ahlâki davranma gerilimi/çatışması ile karşılaşırız. Öyle ki kurumsal yapılar fertlerden fert olarak kaldıklarında makul kabul edemeyeceği şeyleri rasyonalize ederek ahlâki/makul göstermektedirler. İnsan olmanın en temel özelliği ihtiyar sahibi olmasıdır. Hayır/ihtiyar, akli bir seçim ile varlığı, var olanları muhafaza etme halidir. İnsan aslında fertken de kurum içindeyken de insan olsa da, formel yapılar içerisinde söz konusu ihtiyar vasfını koruması oldukça güçtür. Formel yapıların talepleri ile birlikte karşı karşıya kaldığı çatışma içerisinde fert, ya formel yapının talebine uyamayarak makul davranmamış olacak ve formel yapıda bir zaaf olarak görülecek veya kendi taşıdığı faziletlere uymayarak kendinde bir zaafa neden olacaktır. Bu noktada, belki makuliyet ve ahlâkilik ilişkisi hakkında düşünülebilir. “Ahlâksız davranmanın makuliyeti var mıdır?” gibi bir soru ile birlikte rasyonel davranış ile makul davranış arasında bir ayrım yapmak gerekecektir. Öyle ki Görgün’e göre burada ancak rasyonellikten bahsedilebilir, nitekim aklı ve ahlâkiliği birbirinden ayırmak imkansızdır. Makuliyet ve ahlâkilik çerçevesinde sorulabilecek sorulardan biri de “ahlâklı olanın neden ahlâklı olduğu değil de ahlâklı olmayanın neden olmadığıdır”. Bu açıdan Görgün, insanın eylemi ihtiyar ile gerçekleştiği, ihtiyar da ahlâklı olmayı iktiza ettiği için, hiçbir kötü fiilin salt kendi başına, kendi için yapılmayıp bir iyiliği elde etmek üzere, hayır kisvesinde tahakkuk ettiğine dikkat çekti. Bu noktada ahlâki alanda ortaya çıkan eksiklikler aslında büyük oranda (eyleme dair) bilgi eksikliğidir ve bilgi meselesi gereği halledilmeden ahlâki eksiklikler de giderilemezler.

Modern dönemde bilginin alabildiğine formelleştirilmesi ve formel yapıların taleplerine uygun hale getirilmesi söz konusu. Bunun dışında kalan ise bilgi olarak kabul görmüyor. Bilginin formelleştirilemeyen bu tarafı, bilgiyi meleke olarak kavramayı gerektiriyor. Bu meleke halini almış ve formelleştirilemeyen bilgiyi fazilet veya ahlâk olarak nitelemek mümkün. Görgün, bugün kaybettiğimiz şeyin bu meleke halini almış bilgi, ahlâk ve fazilet olduğunu, fazileti/ahlâkı oturtmuş kimsenin tam da bu yüzden formel yapılarda tutunamadığını ekliyor. Ahlâkı oturtmuş olanların davranışları özel bir gayreti gerektirmez, birilerinin takdirini de tekdirini de göz önünde bulundurmadan ortaya konur. Dolayısıyla ahlâk bu şekilde içselleştirilmiş, meleke halini almış bir eylemliliktir. Burada ise ahlâkın müeyyideye ihtiyacı olup olmadığı sorusu devreye giriyor.

Görgün, “insan-ı kamil” ifadesinin “insanlığı tam” anlamına geldiğini ve bunun da aslında ahlâkî tabir olduğunu ifade ediyor. İhtiyar sahibi insan eksik iş yapmayı hoş karşılamaz. Bu yönüyle (en yakın çevresinden başlayarak) özel ve genel, tümel ve tikel tüm alanlarda çevresini muhafaza eden, yaratıcısı ile ilişkisini sürdüren fert, formel yapıda da sürdürmeye gayret edecektir. Bu durumda ahlak, - Farabi’nin de “el-Medinetü’l-fâzıla” ile ortaya koyduğu gibi- harici bir müeyyideyi gerektirmeyecek bir niteliğe haizdir. Burada bir müeyyideden veya bir düzenlemeden söz edilecekse, bunu ahlâki davranmayı varoluş ilkesi olmaktan çıkarmış, amaca bağlı rasyonaliteyi varoluş ilkesi haline getirmiş formel kurumlar için söz konusu etmek gereklidir. Bu şekilde, söz konusu varoluş ilkesinden sapmanın sebep olduğu “insanlığımızda eksilme” hali ile de başa çıkılmış olacaktır. Herhangi bir müeyyide ile kayıtlanmamış ahlâkilik “kendini ıslah ederek iflah olma” temelinde yükselecektir.

Sunum, katılımcılardan gelen sorularla son buldu.

ÜYE KURULUŞLARIMIZ

ARAŞTIRMA MERKEZLERİMİZ