Salgın Sürecinin Çok Katmanlı Bir Muhasebesi: Toplumun Görünümü 2022

10 Ocak 2023

Salgın Sürecinin Çok Katmanlı Bir Muhasebesi: Toplumun Görünümü 2022

Salgın sonrası etkilerin belirginleştiği 2022 yılında toplumun analizi Toplumun Görünümü 2022 raporunda. İLKE Vakfı’nın 2020’de başlattığı Alan İzleme Raporları kapsamında yayımlanan Toplumun Görünümü 2022’de, sağlıktan çalışma hayatına birçok alan derinlemesine analiz ediliyor.


Yıllık olarak yayımlanan ve ilgili alanı kapsamlı bir şekilde analiz eden Alan İzleme Raporları kapsamındaki “Toplumun Görünümü 2022: Salgın Sonrası Toplum” raporu Elyesa Koytak editörlüğünde  Abdullah Uçar, Lütfi Sunar, Mahmut Hakkı Akın, Taner Atmaca ve TODAM Araştırmacıların katkılarıyla hazırlandı. Rapor 10 Ocak 2023 Salı tarihinde düzenlenen yoğun katılımlı bir programla kamuoyuna tanıtıldı. 

İlk olarak 2020 yılında yayımlanan raporlarla başlayan Alan İzleme Raporları Projesi; Ekonomi, Toplum, Eğitim, Hukuk ve Sivil Toplum olmak üzere temelde beş alanı kapsıyor. Yıllık olarak yayımlanan bu raporlarda veri temelli ve kapsayıcı bir yaklaşım benimseniyor. Raporla birlikte, kurulan Sosyal Veri platformunda yüzlerce grafik ve analizi içeriyor. İLKE Vakfı Toplumsal Düşünce ve Araştırmalar Merkezi'nin (TODAM) hazırladığı raporun ilk bölümünde 16 farklı kategoride toplumun görünümünü somut göstergeler, grafikler ve karşılaştırmalar üzerinden tasvir ediliyor. Raporun ikinci bölümünde ise sağlık, aile, eğitim, çalışma hayatı ve eşitsizlikler başlıkları uzmanlar tarafından değerlendiriliyor.


Rapordan Öne Çıkan Başlıklar

Kadınların eğitim ve istihdama katılımı artıyor

Bilhassa yükseköğretimin son yirmi yılda geç ama hızlı genişlemesi, genç kuşak kadınların eğitime erişimini çok daha mümkün kıldı. Bu aynı zamanda çalışma hayatına dair beklentileri yükseltti. Hem ilk evlenme yaşı hem ilk çocuk sahibi olma yaşı yükseliyor. Aile ile çalışmanın iki merkezî toplumsal kurum olması nedeniyle, kadınların maruz kaldığı rol çatışması ve görünmez emek olguları iki toplumsal kurumu da adalet ve refah ekseninde düzenlemeyi gerektiriyor. Ancak kadınların eğitime ve çalışma hayatına aktif katılımı, erkeklerle eşit ücret alması, kariyer ve terfi süreçlerinde adil bir rekabet içinde olması bahislerinde sorunlar devam ediyor.

Geniş toplum tabakalarının eğitime erişimi hızlı şekilde artıyor

Eğitimin her kademesinde katılım son on senede arttı. Okul öncesi eğitim kurumları, çocuğun toplumsal anlamındaki değişimi de işaret edecek şekilde hızla genişledi. Hem ortaöğretim hem yükseköğretim düzeyinde net okullaşma oranları son on senede artmaya devam etti. Asıl genişleme ise yükseköğretimde yaşanıyor: Bu kademede brüt okullaşma oranı bakımından 2000’lere kadar dünya ortalamasından farklılaşmayan Türkiye, 2010’larda hem OECD hem AB ortalamalarının üstüne çıktı. Dolayısıyla her eğitim kademesinde eğitmen kalitesi, araç ve altyapı yeterliliği, öğrenme çıktılarının asgari niteliği ve beceri gelişimi öne çıkan temel konular haline geldi.

Aile yapısı yavaş bir şekilde de olsa değişiyor

Beş ve üstü kişiden oluşan hanehalkı oranı giderek azalırken tek ebeveyn ve çocuklardan oluşan ailelerin oranı artıyor. Bu da geleneksel ilişki, değer ve alışkanlık kalıplarını değiştirmeye aday bir dinamik. Aile toplumda çok güçlü ve yerleşik bir norm olmakla birlikte, bilhassa şehirleşme ve istihdama katılımın artmasıyla aileden beklenen ekonomik, ahlaki ve kültürel rollere dair belirsizlik ve arayışların yoğunlaştığı bir döneme giriyoruz.

Çocuğun aile içindeki yeri ve çocuğa bakış değişiyor

Türkiye’de çocuk sayısı 2010’dan beri 22 milyon 700 bin civarında seyrediyor. 2021’de çocuk nüfus oranı Cumhuriyet tarihinin en düşük oranına indi. Bunda sağlık hizmetlerinin son dönemde yaygınlaşması sayesinde bebek ve çocuk ölümlerinin ciddi oranda azalmasının payı büyük. Ancak çocuğun toplumsal anlamı da değişiyor. Çocuk artık neslin devamını garanti edecek ve tarımda çalışacak işgücü değil, ailenin ekonomik ve kültürel sermayesini ilerletmesi beklenen ve toplumsal statü arayışının somutlaştığı bir aktör. Bu da eğitim başta olmak üzere çocukla ilgili konuları yeniden düşünmeyi gerektiriyor.

Ücretlileşme artıyor

Türkiye’de çalışma hayatı kırk sene önceki gibi şehirlerde kendi hesabına çalışan esnaf ve zanaatkarların, toplamda da tarımsal faaliyetin baskın olduğu bir dünya değil. Şehirleşmeyle iç içe geçen bir şekilde hizmet sektörünün istihdamdaki payı %55 oranında. Dahası, çalışan 10 kişiden 7’si ücretli biçimde çalışıyor. Bu da bir yandan hizmet sektörünün alt düzey işlerinin kalabalıklaşması, diğer yandan sendikalaşmanın zayıflaması nedeniyle ücretli emeğin daha kırılgan ve edilgen bir noktaya kayıyor. 

Kişi başı GSYH dünya ortalamasının altında seyrediyor

Türkiye’de kişi başına düşen GSYH, 2017’den bu yana dünya ortalamasının altında. 2021’de dünya ortalaması 12 bin dolarken Türkiye’de 9,5 bin dolar oldu. Bunda elbette cari açığın ve eskiye göre düşük büyüme hızının etkisi var. Hem kamunun hem özel sektörün dış borç stoku artıyor; kamunun dış borcunun GSYH’ye oranı %20’nin üstüne çıkmış durumda. Bankaların net faiz geliri ise 2022 Eylül itibariyle bir önceki yıla göre %216 artarak 497 milyar lira oldu. Dolayısıyla refahın geniş toplum kesimlerine eşitlikçi yayılması bakımından olumsuz bir gidişat olduğunu görmek gerekiyor.

Alım gücü eriyor

Mevcut enflasyon ortamında hanelerin gıda ve giyim gibi temel ihtiyaçlarına yönelik alım gücü eridiği gibi konut ve taşıt gibi uzun vadeli hedeflerin gerçekçi olmaktan çıkması da toplumsal halet-i ruhiyede belirsizlik, endişe ve karamsarlığı derinleştiriyor. Dolaylı vergilerin yüksekliği kayıt dışı ekonomiyi çözümsüz hale getirirken, dar gelirli geniş tabakalar için tüketim eşitsizliğine yol açıyor. İhracat ve ithalattaki artışın toplumsal refaha dönüşerek alt tabakalara yayılması gerekiyor. Enflasyon oranı TÜİK verilerine göre Kasım 2022’de %85 oldu. Ücretler ise aynı oranda artmıyor.

Sağlık hizmetlerine artan taleple iş kapasitesi arasında asimetri büyüyor

2003’ten beri uygulanan reformlar temel sağlık hizmetlerine erişimi hemen herkes için mümkün kılsa da gelinen noktada sistemin yapısal aksaklıkları tıkanma noktasında. Sağlık hizmetlerinin altyapısı salgında görüldüğü üzere kötü durumda değil. Ancak yılda kişi başı hekime müracaat sayısıyla nüfusa oranla hekim sayısı arasında önemli bir asimetri var. Türkiye’nin açıkça başta hekimler olmak üzere daha fazla sağlık çalışanına ihtiyacı var ancak bu ihtiyaç sayısal büyüklükten daha önemlisi sağlık hizmetlerinin organizasyonunda işbölümü, planlama, hastane yapısı, malzeme ve ilaç tedariki, bilgi ve güven yönetişimi bahislerinde derinleşiyor. Salgın sürecinde sağlık hizmetlerinde şiddet ve şikayetlerin artması bu tıkanmanın alarmı.

Yargının iş yükü ve hukuk sisteminden beklentiler artıyor

Türkiye hukuk sisteminin daha önce hiç olmadığı kadar genişlediği ve toplumsal taleplerin sahne aldığı bir ülke. 2021 yılında ilk derece mahkemelere gelen dosya sayısı 8 milyonu geçti. Ancak yargı profesyonellerinin iş kapasitesi bu talebin çok altında. Nitekim soruşturma ve karara çıkma süreleri son yıllarda giderek arttı. Arabuluculuk, uzlaştırmacılık, e-duruşma gibi uygulamalar olumlu etki yapsa da toplamda istenen seviyede değil. Sosyal ilişkilerin rasyonelleştiği ve ekonomik işlemlerin arttığı güncel bağlamda toplumsal ihtilafların artık daha çok yargıya taşınması yargının verimliliği meselesini önümüze getiriyor. Bu da elbette yargıya güven meselesiyle iç içe geçiyor.

İller arası göç yoğun şekilde sürüyor

Türkiye küçük yerleşimlerden il ve ilçe merkezlerine, bir adım sonrasında büyük şehir merkezlerine iç göçün halen yoğun yaşandığı bir ülke. İç göçün arkasındaki iki temel motivasyon eğitim ve çalışma olduğu gibi, bölgesel olarak ekonomik ve sosyal kaynakların fazlasıyla asimetrik dağılımı iç göçün yönünü metropollere yöneltiyor. Ancak son yıllarda İstanbul’da net göç hızının eksi olduğunu; bir diğer ifadeyle İstanbul’a yerleşenden çok İstanbul’dan göç edenin olduğunu görüyoruz. Bu da salgının etkisiyle yaşam şartlarının zorlaşmasının yanı sıra konut piyasasında fiyatların artışının bir sonucu.

Suriyeli göçmenlerin entegrasyonu meselesi devam ediyor

2021 itibariyle Türkiye’de geçici koruma kapsamında 3 milyon 650 bin Suriyeli mevcut. Başka ülkelerden gelenler ve kayıt dışı olanlarla birlikte bu sayının daha yüksek olduğunu tahmin etmek zor değil. Suriyeli nüfusun görünürlüğü arttıkça siyasi gerilimin malzemesi haline geldiğini; yükselen milliyetçilikle birlikte kısa vadede hassaslaşan bir konu olduğunu görüyoruz. Bilhassa çocuk, genç ve kadın nüfusun Suriyeliler arasındaki yoğunluğu eğitim, sosyalleşme ve istihdama katılım noktasında uzun vadeli planlama gerektiriyor.


RAPORU OKU/İNDİR

ÜYE KURULUŞLARIMIZ

ARAŞTIRMA MERKEZLERİMİZ