İAD serisinin
İslam Ahlâk Düşüncesi Projesi dâhilinde gerçekleştirilen “Ahlâkî Müeyyide Üzerine Konuşmalar” serisinin yedincisi “Ahlâkî Müeyyide: Çoklu, Güçlü, İlkeli” başlığıyla Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Cafer Sadık Yaran tarafından sunuldu.
Genel olarak sunumu tanım, önem, tasnif olarak üç aşamada şekillendiren Yaran, ilk olarak müeyyidenin tanımını yaptı: “Yaptırım” olarak Türkçeleştirilen “müeyyide” bir üst terimdir; bir şeyi yaptırmak için arkasına koyduğumuz, hukuk söz konusu olduğunda caydırıcı, ahlâk için ise özendirici olan uygulamalara, tepkilere müeyyide denilir. Yaran, “Şu ahlâkî kuralı yaparsam veyahut yapmazsam ne olur?” sorusunun cevabının müeyyideyi oluşturacağını, böylelikle daha iyi anlaşılacağını belirtti. Nitekim dinî açıdan baktığımızda ahlâkî olanı yaptığında “Cennete gidersin, Allah’ın rızasını kazanırsın vs.” özendirici müeyyide iken, “Cehenneme gidersin, ayıplanırsın, kınanırsın ” ise caydırıcı müeyyidedir.
Önem meselesiyle alakalı olarak Yaran, “Müeyyide önemli bir şey mi, nereye kadar önemini korur?” sorusu ile bu hususu değerlendirdi. Müeyyide dediğimizde hukuk açısından baktığımızda caydırıcı, cezâî yaptırımı olan bir tepki akla geldiğini ve bunların ne kadar arzu edilen bir şey olduğunu sorgulayan konuşmacı, bu problemin üzerinden ahlâkî müeyyidenin önemi ile ilgili görüşlerini ifade etti. Yaran, müeyyideyi duruma göre gerekli ve gereksiz gördüğünü, çocukluk ve gençlik döneminde ise gerekliliğinin önemini belirtti. Şayet yetişkin insanın da başlangıçta ahlâk eğitimi almamışsa müeyyidenin yine gerekli olduğunu söyledi. Konuşmacı üçüncü aşamaya geçmeden önce müeyyidenin çift kutupluluğundan bahsetti: Caydırıcı ve özendirici, pozitif tarafı… Peki, hangi tarafı olursa olsun müeyyide her zaman olmak zorunda mıdır? Bu soruya Wittgenstein’ın “merdiven metaforu” ile cevap verdi. Müeyyide ahlâk eğitiminin başlangıcında olması gereken bir şey, istenilen sonuca ulaşıldığında müeyyideye gerek kalmaz. Yani müeyyideyi merdivene benzetirsek aşılabilir bir şeydir; son basamağına ulaşılır ki orası kadim filozofların da belirttiği gibi insan-ı kâmil noktasıdır. Orada ahlâk meleke halini almıştır, bu düzeye erişmiş kişinin müeyyideye ihtiyacı kalmamıştır. Konuşmacı, bu düşüncesini Yunus Emre’nin “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç hurî” sözünü misal vererek, burada en yüksek yaptırım gücü olan müeyyidenin bile aşıldığını belirtti.
Yaran, müeyyidenin nasıl anlaşıldığını belirtmesinin ardından kendi ayrımından bahsetti: Ahlâkın müeyyideleri ve ahlâklılığın müeyyideleri. Ahlâkın müeyyidesinin, ahlâk olgusunun kendi içinden çıkan özsel, içsel, doğrudan müeyyide olduğunu belirten konuşmacı, ahlâklılığa destek veren farklı alanların müeyyidelerinin varlığına da değindi. Buradan hareketle konuşmanın başlığında geçen “Çoklu” kelimesine geçiş yaptı. Ahlâklılığın müeyyidesinin asla tek olmaması gerektiğini; ahlâkın müeyyidesinin ise sadece “vicdanî müeyyide” olduğunu söyleyen Yaran, bunun doğrudan içimizden gelen özsel yapıya işaret ettiğini söyledi. Vicdanın tabii olmasına değinen konuşmacı, vicdan eğitiminin gerekliliğinden bahsederek dinî ve felsefî düşüncede “vicdan” kavramı üzerinde yeterince durulmadığını ve ihmal edildiğini söyleyerek bu mevzuyu sonlandırdı.
Ahlâklılığın müeyyidesi altında birçok alt başlığa değinen Yaran, içten dışa doğru ikinci müeyyidenin dinî müeyyide olduğunu belirtti. Ahiret inancı, Allah rızası, cennet- cehennem müeyyideleri gibi… Fakat dinî müeyyidenin güçlendirilmesi gerektiğini, bunun da vicdan kavramının merkeze alınarak yapılması gerektiğini ifade etti. Mesela kibrin ahlâkî müeyyidesinin bilinmemesi, dinin ahlâkî tarafının zayıf kaldığını göstereceğini ifade etti. Üçüncü müeyyideyi ise ailevî müeyyide olarak belirleyen konuşmacıya göre, dördüncü olan toplumsal müeyyidedir. Aynı zamanda toplumsal müeyyideyi yukarıdan aşağıya, sadece güçlü olanların yaptırımı olarak değil, bununla birlikte aşağıdan yukarıya yaptırım olarak da düşünmenin gerekliliğinden bahseden Yaran’a göre, buna misal olarak ahilik teşkilatı gösterilebilir. Diğer müeyyideleri de meslekî, hukukî, tabi ve tarihsel müeyyideler olarak sıralayan Yaran, bunlardan en güçlü olanının hukukî müeyyide olduğunu belirtti. Bu kısımda, sonuç olarak müeyyidenin çoklu olması gerektiğine ve böylelikle hata yapma ihtimalinin azalacağı yargısına ulaştı.
Güçlülük meselesini ise, müeyyide güçlü mü olacak zayıf mı veyahut apaçık mı müphem mi olacak sorusuyla açıklayan konuşmacı, ahlâkî değerlerin hakkaniyet ve adalet; iyilik, fedakarlık; sevgi ve aşk olarak ayrıldığını söyledi. Bu üç değer ile güçlülük meselesini açık hale getirerek hakkaniyet ve adalet hususunda müeyyidenin apaçık, ağır ve caydırıcı olmasının; diğer değerler de ise daha farklı değerlendirilmesi gerektiğini ifade etti.
İlkeli olmanın uygulama ile alakalı olduğunu söyleyen Yaran, uygulamanın nasıl gerçekleşeceğini, ilkeli mi esnek mi, sonuçsalcı veya maslahatçı olarak mı gerçekleşeceğini sorarak bu mevzuya giriş yaptı. Bu hususta da güçlülük meselesinde olduğu gibi en temel ahlâkî değerlerden hareketle buna açıklık getirdi. Hak ve adalet söz konusu olduğunda teleolojik değil, ilkeli bir şekilde müeyyidenin uygulanması gerektiğini ifade etti. Bu bağlamda Sokrates’in Euthyphron diyaloğunu değerlendirerek, Euthyphron’un Sokrates karşısında haklı olduğunu ifade etti. Nitekim bu bağlamda adalet ve hakkaniyetin rölativizm konusu olamayacağı sonucuna ulaşan Yaran, konuşmasını burada noktaladı. Sunumun bitiminde soru-cevap faslı gerçekleştirildi.