15 Temmuz 2020

15 Temmuz Bakiyesi Devlet ile Toplumun Bütünleşmesi Olmalı

Türkiye’nin modernleşme tarihi devletle toplum arasındaki kırılmaların bir dizi yansımasını içerir. Modernleşme sürecinde özellikle kurucu temel fikir etrafında bürokratik elitler gittikçe toplumdan kopmuş, kıymeti kendinden menkul bir modernleşme macerasının peşinden koşmaya başlamışlardır. 15 Temmuz halk direnişi, yakın tarihimizdeki bu kırılmanın aşılması için önemli fırsatları bünyesinde taşımaktadır.

Bir siyasal sistemdeki en önemli unsur meşruiyettir. Meşruiyet, siyasal gücün ve iktidarın toplum tarafından kabul edilmesidir. Bunun sağlanması için çeşitli unsurlar söz konusudur. Bu unsurların değişimi siyasal sistemleri birbirinden farklılaştırır veya birbirine yaklaştırır. Bu anlamda klasik Osmanlı siyasal sistemi din-ü devlet kavramsallaştırması çerçevesinde, adalet dairesi olarak adlandırılan model dahilinde bir meşrulaştırma mantığına sahiptir. 

Bu mantığa göre yöneticiler ile tebaa arasında karşılıklı bir alışveriş söz konusudur. Yöneticiler halka refahı, felahı ve hakkı temin ederken, halk da devlete sadakat ve itaatini sunar. Bu iki unsurun karşılıklı değişimi ile adalet çemberi döner ve toplumsal hareketlilik sağlanmış olur. Bu model devletin minimum vergi toplaması minimum asker bulundurması kamusal işlere minimum müdahale etmesi ile yürümekteydi. 


Adalet Devleti – Güç Devleti

Osmanlı “adalet devleti” otoriteyi ve gücü çevreye yayarak toplumu güçlendirmekteydi. Eğitimin, toplumsal hizmetlerin ve hatta hukukun sivil olarak yapılmasına ve uygulanmasına müsaade ederek kalıcı bir dağıtım mekanizması teşkil etmişti. 

Ancak gücü dağıtan bu siyasal model, 18. yüzyıldan itibaren Batı’da ortaya çıkan gücü merkezileştiren askeri, bürokratik, ulus devletle rekabet edemedi ve onun karşısında gerilemeye başladı. 

Daha önce devletin avantajı olan gücün dağıtılması dezavantaj olmaya başladı. Bu manzara karşısında Osmanlı devletinin 18. yüzyılın sonlarından itibaren gücü merkeze toplayacak yeni uygulamaları hayata geçirmeye başladığını ve Tanzimat ile birlikte de bu uygulamaların bütüncüllük ve hız kazandığını görmekteyiz.

Ancak yüzyıllar boyunca geçerliliğini sürdürmüş ve toplumsal gruplara çok geniş alanlar açmış olan eski “adalet devleti” modelini bu yeni “güç devleti” modeli ile değiştirebilmek için aslında başka unsurlara da ihtiyaç bulunmaktaydı. Her şeyden önce topluma verilmiş olan özerklikleri bürokrasinin uhdesine toplayan; ulema, esnaf, eşraf gibi güçlü unsurları devre dışı bırakan bu yeni sisteme karşı büyük bir direnç ortaya çıktı. 

Bu dirence karşı Osmanlı-Türk modernleşmesinin kendisini meşrulaştırabilmek için en önemli gerekçesi devleti kurtarmak ve yeniden güçlendirmek olmuştur. Bu anlamda devletin dağılmakta ve zayıflamakta oluşu, aslında bütün zorluklarına rağmen modernleşmenin kabul edilmesinde önemli bir etkendir. Bu çerçevede modernleşmenin temel amili olan bürokrasi diğer tüm aktörleri devre dışı bırakarak tüm gücü kendisine toplamıştır. Ancak devletin kurtarılması ve güçlendirilmesinin sekteye uğradığı her noktada modernleşmenin maeşruiyeti de daha fazla sorgulanmaya başlanmıştır. 


Devlet ile Toplumun Kopuşu

Modernleşme halka daha fazla refah-felah getirmediği gibi iddia edildiği üzere daha fazla özgürlük de sağlamamıştır. Dolayısıyla sistemin meşrulaştırma araçlarında sürekli ve hayati sorunlar açığa çıkmıştır. Bu sorunlar topluma yeniden alan açılarak giderilmediği gibi bürokrasinin gücü aracılığıyla bastırılmaya çalışılmıştır. Bu şekilde toplumsal sorgulamaların güç kullanılarak bastırılması devlet ile toplumun kopuşunu artıran önemli bir etkendir. 

Devlet ile toplumun birbirinden kopuşunun kritik noktasını askeri darbeler ve müdahaleler teşkil eder. 27 Mayıs ile başlayan ve sürekli tekrarlanan askeri müdahaleler, modernleşmeci devlet bürokrasisinin demokratik kanallarla kendisine alan açtığı her durumda toplumu bastırmanın bir aracına ve sembolüne dönüşmüştür. Ancak her darbe girişimi sistemin meşruiyetinde derin yaralar açmıştır. Zira halkın katılımını ve taleplerini bastıran darbeler bürokratik ve askeri vesayetin hukuki zeminini de hazırlamışlardır.


Yeniden Adalet Devleti

15 Temmuz darbe girişimi bu anlamda bu darbeci geleneğin son halkasını teşkil eder. Demokratikleşme kanalıyla toplumun kendisine alan açmaya başladığı bir durumda önce bürokratik müdahale araçlarıyla, sonra da askeri darbe girişimiyle bu gelişimin durdurulmaya çalışıldığını görmekteyiz. Ancak bu sefer önceki darbe girişimlerinin aksine toplumun kendi söz hakkına sahip çıktığını, idareyi darbecilere bırakmadığını ve güce teslim olmadığını gördük. 

Aslında, böylece, devletle toplum arasındaki iki yüz yıllık yarılma kapanmaya ve devlet-toplum ilişkileri normalleşmeye başladı. Bu normalleşmenin kalıcı hale gelebilmesi için yeniden adalet devleti nosyonunun egemen kılınması gerekmektedir.  Bu anlamda meşruiyetin yeniden güçlendirilebilmesi için bundan sonra da yapılması gereken üç şey bulunmaktadır.

1.     Refahın adil bir şekilde dağılımını temin edecek bir iktisadi siyasetin takibi.

2.     Toplumsal güvenin ve güvenliğin her düzeyde hâkim kılınması ile kamusal bir felahın oluşturulması.

3.     Toplumda emanet ve ehliyet anlayışının oluşturulmasıyla geçerli hale gelecek bir hak ve hukuk sisteminin kurulması.

Eğer bu üç unsur oluşturulursa adalet devletinin güçlenmesi ve devlet ile toplum arasındaki kopukluğun ebediyen aşılması mümkün olacaktır. İşte toplum ile devlet o zaman barışacak ve gerçek güç o zaman ortaya çıkacaktır.

 

*Bu yazı Lacivert Dergisinin 15. Temmuz’un 4. Yılı için hazırladığı dosyada yayımlanmıştır.

ÜYE KURULUŞLARIMIZ

ARAŞTIRMA MERKEZLERİMİZ