TEMEL BULGULAR
Türkiye’nin nüfus artış hızı düşüyor. Çiftlerin çocuk sahibi olma eğilimleri azaldığı gibi beklenen yaşam süresi de uzuyor. Bunun sonucunda Türkiye artık gençleşen değil, yavaş yavaş yaşlanan bir demografik yapıya geçiyor. Ortanca yaş 2022’de 33’ün üstüne çıktı. İl ve ilçe merkezlerinde yaşayan nüfus oranının %90’ın üstünde olmasıyla birlikte düşününce büyük şehirlerde yoğunlaşan orta ve ileri yaş insanların sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarının artık çeşitlendiğini görmek gerekiyor.
Aile yapısı yavaş bir şekilde de olsa değişiyor. Beş ve üstü kişiden oluşan hanehalkı oranı giderek azalırken tek ebeveyn ve çocuklardan oluşan ailelerin oranı artıyor. Bu da geleneksel ilişki, değer ve alışkanlık kalıplarını değiştirmeye aday bir dinamik. Aile toplumda çok güçlü ve yerleşik bir norm olmakla birlikte, bilhassa şehirleşme ve istihdama katılımın artmasıyla aileden beklenen ekonomik, ahlaki ve kültürel rollere dair belirsizlik ve arayışların yoğunlaştığı bir döneme giriyoruz.
Çocuğun aile içindeki yeri ve çocuğa bakış değişiyor. Türkiye’de çocuk sayısı 2010’dan beri 22 milyon 700 bin civarında seyrediyor. 2021’de çocuk nüfus oranı Cumhuriyet tarihinin en düşük oranına indi. Bunda sağlık hizmetlerinin son dönemde yaygınlaşması sayesinde bebek ve çocuk ölümlerinin ciddi oranda azalmasının payı büyük. Ancak çocuğun toplumsal anlamı da değişiyor. Çocuk artık neslin devamını garanti edecek ve tarımda çalışacak işgücü değil, ailenin ekonomik ve kültürel sermayesini ilerletmesi beklenen ve toplumsal statü arayışının somutlaştığı bir aktör. Bu da eğitim başta olmak üzere çocukla ilgili konuları yeniden düşünmeyi gerektiriyor.
Kadınların eğitim ve istihdama katılımı artıyor. Bilhassa yükseköğretimin son yirmi yılda geç ama hızlı genişlemesi, genç kuşak kadınların eğitime erişimini çok daha mümkün kıldı. Bu aynı zamanda çalışma hayatına dair beklentileri yükseltti. Hem ilk evlenme yaşı hem ilk çocuk sahibi olma yaşı yükseliyor. Aile ile çalışmanın iki merkezî toplumsal kurum olması nedeniyle, kadınların maruz kaldığı rol çatışması ve görünmez emek olguları iki toplumsal kurumu da adalet ve refah ekseninde düzenlemeyi gerektiriyor. Ancak kadınların eğitime ve çalışma hayatına aktif katılımı, erkeklerle eşit ücret alması, kariyer ve terfi süreçlerinde adil bir rekabet içinde olması bahislerinde sorunlar devam ediyor.
Geniş toplum tabakalarının eğitime erişimi hızlı şekilde artıyor. Eğitimin her kademesinde katılım son on senede arttı. Okul öncesi eğitim kurumları, çocuğun toplumsal anlamındaki değişimi de işaret edecek şekilde hızla genişledi. Hem ortaöğretim hem yükseköğretim düzeyinde net okullaşma oranları son on senede artmaya devam etti. Asıl genişleme ise yükseköğretimde yaşanıyor: Bu kademede brüt okullaşma oranı bakımından 2000’lere kadar dünya ortalamasından farklılaşmayan Türkiye, 2010’larda hem OECD hem AB ortalamalarının üstüne çıktı. Dolayısıyla her eğitim kademesinde eğitmen kalitesi, araç ve altyapı yeterliliği, öğrenme çıktılarının asgari niteliği ve beceri gelişimi öne çıkan temel konular haline geldi.
Alım gücü eriyor. Mevcut enflasyon ortamında hanelerin gıda ve giyim gibi temel ihtiyaçlarına yönelik alım gücü eridiği gibi konut ve taşıt gibi uzun vadeli hedeflerin gerçekçi olmaktan çıkması da toplumsal halet-i ruhiyede belirsizlik, endişe ve karamsarlığı derinleştiriyor. Dolaylı vergilerin yüksekliği kayıt dışı ekonomiyi çözümsüz hale getirirken, dar gelirli geniş tabakalar için tüketim eşitsizliğine yol açıyor. İhracat ve ithalattaki artışın toplumsal refaha dönüşerek alt tabakalara yayılması gerekiyor. Enflasyon oranı TÜİK verilerine göre Kasım 2022’de %85 oldu. Ücretler ise aynı oranda artmıyor.
Ücretlileşme artıyor. Türkiye’de çalışma hayatı kırk sene önceki gibi şehirlerde kendi hesabına çalışan esnaf ve zanaatkarların, toplamda da tarımsal faaliyetin baskın olduğu bir dünya değil. Şehirleşmeyle iç içe geçen bir şekilde hizmet sektörünün istihdamdaki payı %55 oranında. Dahası, çalışan 10 kişiden 7’si ücretli biçimde çalışıyor. Bu da bir yandan hizmet sektörünün alt düzey işlerinin kalabalıklaşması, diğer yandan sendikalaşmanın zayıflaması nedeniyle ücretli emeğin daha kırılgan ve edilgen bir noktaya kayması demek.
Kişi başı GSYH dünya ortalamasının altında seyrediyor. Türkiye’de kişi başına düşen GSYH, 2017’den bu yana dünya ortalamasının altında. 2021’de dünya ortalaması 12 bin dolarken Türkiye’de 9,5 bin dolar oldu. Bunda elbette cari açığın ve eskiye göre düşük büyüme hızının etkisi var. Hem kamunun hem özel sektörün dış borç stoku artıyor; kamunun dış borcunun GSYH’ye oranı %20’nin üstüne çıkmış durumda. Bankaların net faiz geliri ise 2022 Eylül itibariyle bir önceki yıla göre %216 artarak 497 milyar lira oldu. Dolayısıyla refahın geniş toplum kesimlerine eşitlikçi yayılması bakımından olumsuz bir gidişat olduğunu görmek gerekiyor.
Emeğin GSYH içindeki payı azalıyor. TÜİK verilerine göre işgücü ödemelerinin GSYH içindeki payı salgın sürecinde 2020’de önce %29’a, 2021’de %27’ye indi. 2022’nin ilk iki çeyreğinde ise %23’e kadar düştü. Buna karşılık net işletme artığı yükseldi. Dolayısıyla ücretlileşme aynı zamanda gelir kaybı anlamına geliyor. İşverenlerin esas iş geliri ise artıyor. Yoksul nüfus son üç senedir 17 milyonun üstünde. Yoksulluk sınırı olan 24.185 TL bir profesörün maaşından da fazla. Hanelerin temel ihtiyaçlar için harcamaları ve borçlanmaları, gelirlerinden daha hızlı arttıkça eşitsizlik somut şekilde hissedilir hale geliyor.
Hizmet sektöründe hem düşük vasıflı denen işler hem profesyonel meslekler kalabalıklaşıyor. Hizmet sektörünün alt düzey vasıfsız işlerini kapsayan kasiyer, tezgahtar, garson gibi hizmet ve satış elemanları 2010’da istihdamın %12’sini oluştururken 2021’de artık %18’ini oluşturuyor. Bütün sektörlerdeki “niteliksiz çalışanlar”la birlikte toplam oranı %33. Çalışma hayatına yeni gelen genç ve dinamik nüfusun giderek alt düzey işlerde kalabalıklaştığı açık. Diğer yandan, doktorluk, avukatlık, mühendislik gibi lisans diplomasıyla yapılan profesyonel mesleklerin istihdamdaki oranı 2010’da %7 iken sürekli artarak 2021’de %12’ye çıktı. Eğitim sermayesinin toplum genelinde yükselmesiyle birlikte bir yandan daha rekabetçi bir dünya oluşuyor, diğer yandan genç kuşaklar aldıkları eğitimle uyumsuz ve düşük ücretli işlere daha çok mecbur kalıyor.
Sağlık hizmetlerine artan taleple iş kapasitesi arasında asimetri büyüyor. 2003’ten beri uygulanan reformlar temel sağlık hizmetlerine erişimi hemen herkes için mümkün kılsa da gelinen noktada sistemin yapısal aksaklıkları tıkanma noktasında. Sağlık hizmetlerinin altyapısı salgında görüldüğü üzere kötü durumda değil. Ancak yılda kişi başı hekime müracaat sayısıyla 12 Toplumun Görünümü 2022 nüfusa oranla hekim sayısı arasında önemli bir asimetri var. Türkiye’nin açıkça başta hekimler olmak üzere daha fazla sağlık çalışanına ihtiyacı var ancak bu ihtiyaç sayısal büyüklükten daha önemlisi sağlık hizmetlerinin organizasyonunda iş bölümü, planlama, hastane yapısı, malzeme ve ilaç tedariki, bilgi ve güven yönetişimi bahislerinde derinleşiyor. Salgın sürecinde sağlık hizmetlerinde şiddet ve şikayetlerin artması bu tıkanmanın alarmı.
Yargının iş yükü ve hukuk sisteminden beklentiler artıyor. Türkiye hukuk sisteminin daha önce hiç olmadığı kadar genişlediği ve toplumsal taleplerin sahne aldığı bir ülke. 2021 yılında ilk derece mahkemelere gelen dosya sayısı 8 milyonu geçti. Ancak yargı profesyonellerinin iş kapasitesi bu talebin çok altında. Nitekim soruşturma ve karara çıkma süreleri son yıllarda giderek arttı. Arabuluculuk, uzlaştırmacılık, e-duruşma gibi uygulamalar olumlu etki yapsa da toplamda istenen seviyede değil. Sosyal ilişkilerin rasyonelleştiği ve ekonomik işlemlerin arttığı güncel bağlamda toplumsal ihtilafların artık daha çok yargıya taşınması yargının verimliliği meselesini önümüze getiriyor. Bu da elbette yargıya güven meselesiyle iç içe geçiyor.
Bilhassa büyük şehir merkezlerinde konut piyasası zorlayıcı bir yapıya evriliyor. Barınma anayasal bir hak olarak tanımlanmış olmasına rağmen inşaat sektöründeki dalgalanma ve alım gücünün erimesinin etkisiyle ailelerin kendi konutlarına sahip olma ihtimali zorlaşıyor. Ülke genelinde on sene önce %20’ye inmiş olan kiracı oranı 2021 itibariyle %27’ye çıktı. Bilhassa büyük şehirlerde dar gelir gruplarının yükselen kira ve satış fiyatları karşısında yaşam fırsatları ve beklentileri büyük darbe aldı. Aile yapısına uygun, deprem gibi afetlere karşı dayanıklı, yaşanılabilir konuta erişim bu anlamda toplumsal eşitsizliklerin merkezinde yer alan bir mesele. Nitekim konut meselesi, üst sınıfların aksine alt ve orta sınıflar için kentsel kaynaklara erişim, eğitim fırsatlarına yakınlık, çalışma hayatına daha avantajlı katılım gibi hayati boyutları da içeriyor.
Kırda yaşlanma dinamiği yükseliyor. Kırsal nüfus içinde yaşlı oranı %20’ye yaklaştı. Kırsal nüfus içinde gençlerin ağırlığı, eğitim ve istihdam fırsatlarının darlığı nedeniyle giderek azalacak görünüyor. Kırda yaşlı nüfusun artması sağlık, bakım, yardımlaşma ve sosyalleşme kaynaklarına yönelik talebin artması anlamına geliyor. Kırsal yerleşimlerde bu kaynakların hem altyapı hem personel bakımından ne kadar organize edildiği ve vatandaşların talebine göre ne oranda uyumlulaştırıldığı oldukça şüpheli. Yerinde ve aktif yaşlanma ihtiyacını kır bağlamında düzenlemek gerekiyor.
İller arası göç yoğun şekilde sürüyor. Türkiye küçük yerleşimlerden il ve ilçe merkezlerine, bir adım sonrasında büyük şehir merkezlerine iç göçün halen yoğun yaşandığı bir ülke. İç göçün arkasındaki iki temel motivasyon eğitim ve çalışma olduğu gibi, bölgesel olarak ekonomik ve sosyal kaynakların fazlasıyla asimetrik dağılımı iç göçün yönünü metropollere yöneltiyor. Ancak son yıllarda İstanbul’da net göç hızının eksi olduğunu; bir diğer ifadeyle İstanbul’a yerleşenden çok İstanbul’dan göç edenin olduğunu görüyoruz. Bu da salgının etkisiyle yaşam şartlarının zorlaşmasının yanı sıra konut piyasasında fiyatların artışının bir sonucu.
Suriyeli göçmenlerin entegrasyonu meselesi devam ediyor. 2021 itibariyle Türkiye’de geçici koruma kapsamında 3 milyon 650 bin Suriyeli mevcut. Başka ülkelerden gelenler ve kayıt dışı olanlarla birlikte bu sayının daha yüksek olduğunu tahmin etmek zor değil. Suriyeli nüfusun görünürlüğü arttıkça siyasi gerilimin malzemesi haline geldiğini; yükselen milliyetçilikle birlikte kısa vadede hassaslaşan bir konu olduğunu görüyoruz. Bilhassa çocuk, genç ve kadın nüfusun Suriyeliler arasındaki yoğunluğu eğitim, sosyalleşme ve istihdama katılım noktasında uzun vadeli planlama gerektiriyor.
Kültürel ürün ve hizmetlere erişim çelişkili bir yapı arz ediyor. Türkiye’de bir yandan halk kütüphanesi sayısı ve kullanıcı sayısı artıyor; diğer yandan kitap fiyatları yükseliyor. Bu da kitaba erişimin kamusal kaynakları genişlerken bireysel alım gücünün erimesiyle ve yayıncılık sektörünün mevcut ekonomik durumda girdiği krizle alakalı. Salgında tiyatro, sinema gibi sanat sektörleri önemli bir darbe aldı; ancak çevrimiçi yayımlanan dizi ve filmlerin sayısı 2022’den itibaren tekrar yükseldi. Genç ve öğrenci nüfusunun yoğun olduğu düşünüldüğünde Türkiye’nin kültürel kaynak ve ürünlere erişimi mümkün olduğu kadar genişletme yönünde bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor.
Dijital altyapı genişledikçe sosyal medya kullanımı ve iletişim yoğunluğu artıyor. 2021 itibariyle mobil abonelik sayısı 86 milyonun üstünde. Fiber internet ve akıllı telefon her geçen gün her yaştan kişinin kullanımına daha fazla giriyor. Bununla birlikte bilgi ve iletişim teknolojisi firmalarının net geliri de çok hızlı artıyor. Sunulan hizmetin kalitesi, müşteri haklarının korunması ve fiyatlandırma bahislerinde sıkı bir denetim gerektiği çok açık. Türkiye’de ortalama internet hızı dünya ortalamasının altında. Diğer yandan, giyim ve gıda gibi tüketim kalemleri salgın sürecinde büyük oranda çevrimiçi platformlara kaymış durumda. Bu da alışveriş alışkanlıklarına dair önemli bir dönüşümün eşiğinde olduğumuzu gösteriyor.