22 Aralık 2023

RÖPORTAJ | Murat Yılmaz: “Depremin sıcağı geçti, yardımların da azaldığını görüyoruz.”

Kendinizi tanıtır mısınız? 

Murat Yılmaz, 1974 yılında İstanbul’da doğdum. Aslen Ordu Mesudiyeliyim. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih bölümü mezunuyum. Uluslararası İlişkiler ve Küreselleşme bölümünde yüksek lisans yaptım. Evliyim ve bir kızım var. 1994 yılında İHH İnsani Yardım Vakfının kurucuları arasında yer aldım. 2021 Mart ayından itibaren de Yetim Vakfı başkanı olarak görevime devam ediyorum. 

Afet durumunda Yetim Vakfı olarak sorumluluğunuz nasıl şekillendi? 

Öncelikle afet, coğrafya olarak çok geniş bir alana yayıldı. Aşağı yukarı 100.000 kilometre karelik bir alan deprem bölgesiydi. 11 tane il vardı. Sınırın öte tarafında da Suriye’de maalesef manzara benzeşiyordu. Normalde biz bir ihtisas kurumuyuz. Yetim Vakfı olarak yetim yavrularımızla, öksüz çocuklarımızla ve sosyal yetim dediğimiz grupla ve yetimlerimizin anneleriyle ilgileniyoruz; faaliyetlerimiz bunun üzerine kurulu. Fakat biraz önce ifade ettiğim gibi alanın geniş olması, yıkımın geniş olması, bizi Yetim Vakfının her zaman yapmadığı bir çalışmaya itmiş oldu. Acil insani yardım çalışmaları için faaliyetlerimize başladık. Şu an gelinen noktada kendi alanımıza doğru yavaş yavaş geçiyoruz. 

Faaliyet alanınız dışındaki çalışmalara nasıl yöneldiniz? 

Kesinlikle ihtiyaçtı. Çünkü yıkılan bina sayısı ve ağır hasarlı binaların sayıları inanılmaz fazlaydı ve bazı şehirlerin merkezleri tamamen yıkılmıştı. Dolayısıyla bizim tercihimize fırsat kalmadı, büyük bir ihtiyaçtı ve depremin ilk dakikalarından itibaren bölgede olmaya gayret ettik.  

Afet bölgesine nasıl katkı sunduğunuzu düşünüyorsunuz? 

Tabii ki öncelikli olarak bölgedeki yıkım bizi çok etkiledi. Ben geri döneli iki haftaya yakın bir süre oldu, 10 gün kadar bölgede kaldım. Bu gece de dâhil olmak üzere hala her gece rüyalarımda oradayım, oranın psikolojisinden kurtulamıyoruz. Çünkü biliyorum ki aralarından geçtiğim yıkık binaların altında belki hala canlı insanlar var. İnsanlar kendilerine o kritik dönemlerde saatlerce ulaşılamadığı için maalesef orada vefat etmek durumunda kaldı. Belki umudu son anlarına kadar hep gönüllerinde taşıdılar ama biz onlara ulaşamadık. Dolayısıyla bunun ağırlığı yüreğimizi oldukça sıkıyor. Çünkü onlar da anneydi, çocuktu, dedeydi. Tıpkı bizim annelerimiz, çocuklarımız, dedelerimiz, büyüklerimiz gibiydiler. Onun psikolojisi çok ciddi bir şekilde beni ve bütün Yetim Vakfı ekibini, daha doğrusu oraya gelen herkesi çok ciddi şekilde etkiledi. 

Ben daha önce Marmara depremini de görmüştüm, 1999 yılındaki depremde 5 ilde yoğun çalışmaların içerisinde de bulunmuştum. Sakarya kötüydü, Gölcük kötüydü, mesela çok ciddi yıkımlar vardı ama buradaki yıkımları orayla kıyaslayamıyorum, çok çok daha şiddetliydi. Tabii depremin şiddetleri de fazlaydı ve maalesef kısa aralıklarla iki tane büyük deprem gerçekleşti. Bazı yerlerde, mesela Nur Dağı’nda, ikinci depremde insanlar vefat ettiler. Birinci depremde binalar sarsıldı, yıkılmayanlar vardı, ağır hasarlılar vardı; insanlar eşyalarını kurtarmak ya da acil birkaç eşyasını alabilmek için binalara girdiklerinde ikinci depreme yakalandılar, birçoğu o esnada vefat etmiş oldu. Bu çok ağır bir şeydi, her tarafta insanın kaldıracağının çok üzerinde bir manzara vardı. Tabii bu ağır manzara içerisinde depremzede kardeşlerimize yardım etmek için çabalayan, gayret eden gönüllüler vardı. Çeşitli kurumların yetkilileri ve devlet kurumları da orada bir oldu ve en hızlı şekilde acıları dindirmek için harekete geçildi. Ancak biraz önce ifade ettiğim gibi, o ilk saatler ve ilk günler çok kıymetliydi, özellikle enkazlardan insanların sağ kurtarılması adına çok önemliydi. Fakat maalesef oraya yetişemedik, en acısı da buydu. 

Bölgede sizi en çok hangi olay etkiledi? 

Elbette Yetim Vakfı olarak, insani yardımları bölgelere ulaştırma adına çok yere gittik, köylere gittik. Bazen bir battaniyeyi ulaştırmak için 80 kilometrelik off-road araçlarla yol aldık. Toplamda 41 tırlık bir insani yardım bölgeye çıkartmış olduk. Burada birçok manzara vardı, bir ilaç hikâyemiz var onu paylaşayım. Görme engelli bir hanımefendi Adıyaman’ın köylerinden bir tanesinde ilacına ulaşmaya çalışıyor, deprem günü hastaneye gitmek istemiş ancak gidememiş. Onun için hayati kıymette bir ilaç, ilaçla ilgili sosyal medya üzerinden İstanbul, İzmir, Urfa, Antep gibi birçok yerde duyurular yapılmış ancak bir türlü ilaca ulaşılamamış. Kral FM’de Afrikalı Ali var, o bana bölgede olduğumuz için “Bir hanımefendinin ilaca ihtiyacı var, ilacı nasıl bulabiliriz?” diye bize ulaştıktan sonra biz hızlıca ilacın peşine düştük. AFAD, UMKE, Sahra Hastaneleri, eczaneler, hiçbir yerde yok ilaç. Depomuzda bulunan, eczacılık okuyan Sait kardeşimize ilacın önemli olduğunu söyledim ve bulmasını istedim. O bölgenin insanı olduğu için de eczaneler ile tek tek irtibata geçmeye başladı ama yok, yok, yok. En sonunda bir eczane rafları arasında bir tane kalmış ilacı bulduk. Daha sonrasında öğrendik ki o ilaç üretilmemeye başlamış.  

O hanımefendiye, Nurgül Hanım’a, ilacı ulaştırdık, o kadar mutlu oldu ki. Orada, o güne kadar görmüş olduğumuz o kötü manzaralar bir anda içimizden uçuverdi. İçimizi bir sevinç kapladı, her taraf bayram yeri oldu. “Bu yardımlaşmada Türkiye’nin özeti bu küçük ilaç.” dedim. Çünkü nerelerden dolandı geldi, kaç insan İstanbul’da da eczanelere baktı, en son bir eczanenin rafları arasından bir tane çıktı. Yani yardımlaşmada, kardeşlikte, birbirimizin acısını dindirmede elhamdülillah inanılmaz bir milletiz. Zaten deprem öncesinde de böyleydi, Türk ve Türkiye dediğiniz zaman dünyanın her tarafındaki insanlar sevgiyle tebessüm ediyorlar. Çünkü biz dünyanın her tarafına yardım anlamında ulaşmışız ve bunu karşılık beklemeden yapmışız. Bu müthiş bir şey. Bu ilacın bulunmasında da tezahür eden şey de buydu.

Bir başka hatıra, ilkokula ve ortaokula giden küçük çocuklarımızın yetim bölgesindeki akranlarına gönderdikleri hediyelerdi. Onlar da beni çok mutlu etti. Çünkü bir poşetin içerisine bir bebek konmuş ve üzerine bir not yapıştırılmıştı, “Biliyorum ki çok üzgünsün ama tüm bu olanlar geçecek merak etme. Bu oyuncağı sana gönderiyorum, seni seviyorum. İnşallah tanışmak üzere.” gibi notlarla gönderilmişti. Bir başka iki kız kardeş iki tane bebek çorabı göndermiş. Üzerinde şu not yazıyordu: “Bu çoraplar enkazdan kurtarılan bebekler için.” Onları okuduğunuz zaman kendinizden geçiyorsunuz, çok müthiş şeyler.  

Bir tane daha söyleyeyim, aklıma söyledikçe geliyor: Tokat’tan sobalar gelmiş. Cemil abi yanlış hatırlamıyorsam soba imalatçısı, 30 tane soba göndermiş. Sobalar geldi, depoya indirdik. Soba önemli, sobanın dirseklerini koymuş, bacalarını koymuş. Yani bir çadırın içine girecek şekilde hazırlanmış. Sonra arkadaşlardan birisi dedi ki: “Ya içinde bir şeyler var bu sobaların.” Bir açtık, kahvaltılık malzemeler, bazlamalar, kekler, helvalar… Kibritine kadar yani, sobayı yakacak kibriti de içine koymuşlar. Dedim “Ya, bu nasıl bir yürektir, nasıl bir naifliktir?” Yalnız sobayı göndermekle kalmamışlar, içerisine kahvaltıda yapsınlar, bazlamada yesinler diye malzemeleri de koyup göndermişler. Gerçekten çok çok mutlu etti bizi bu şey. “Ya böyle güzel yürekli adamlar varken, biz Allah’ın izniyle bu depremin, bu sıkıntıların üstesinden geliriz.” dedim, öyle de oldu. 

Bizim depoya bine yakın gönüllü geldi gitti. Adıyaman’da Yetim Vakfı olarak Sadaka Taşı ve İHH İnsani Yardım Vakfı ile birlikte aynı depoyu kullandık, çünkü çok büyüktü. Depomuza 350 civarı tır geldi. Depremin 2. günü depoyu almıştık. İnanılmaz bir yardımlaşma oldu, bütün dünya bir depoya sığdı. Ne demek istiyorum, bütün dünya nasıl bir depoya sığar? Kamerunlu Osman, Faslı Muhammed, Mısırlı Ahmet, Karadağlı Ali, Türkiye’ye gelmiş olan uluslararası öğrenciler de yardım için gelmişlerdi. Edirne’den Kars’a Türkiye’nin de her tarafından gönüllü kardeşler işini gücünü bırakmış, bazıları hasta eşini bırakmış, çoluğunu çocuğunu bırakmış, herkes orada acaba bir insana faydam dokunur mu diye oraya gelmiş.  

Orada insanlar çok zor şartlarda bu hizmeti gördüler. Ben de 10 gün kadar kaldım, hiç banyo yapmadım ve çok enteresan, bunun da Allah’ın yardımı olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben bir gün banyo yapmasam kendimi kötü hissederim ama o 10 günde ne bir kaşıntı, ne bir kirlilik hissi, ne bir koku. Yani terlersiniz, değil mi? Sürekli tır indiriyoruz, kaldırıyoruz, gece 2’de tır geliyor, 4’e kadar indiriyorsunuz, buz gibi depo, soba yok, camlar kırılmış, sürekli -8, -10 derece dışarısı. Gece çok soğuk, eldivenlerle, bereyle, palto ile yatıyorsunuz, üzerinize 3-4 battaniye alıyorsunuz, yine ısınamıyorsunuz. Böyle battaniyenin içerisine nefesinizi vererek ısınmaya çalışıyorsunuz, öyle bir şey yaptığınızda da dinlenmeye geçtiğinizde de öyle bir hava var. Yani, böyle bir şeyde dahi ben bir insanın şikayet ettiğini görmedim, buz gibi su abdest alıyorsunuz, temizliğinizi yapıyorsunuz, tuvalet hijyen vesaire… Bir insan da “Ya bu tuvalet kirli.” demedi. 

Böyle müthiş bir hava vardı, ben 10 gün o havayı teneffüs ettim, arkadaşlar orada çalışmalara hala devam ediyor. Dolayısıyla gerçekten Allah’ın yardımı, müthiş bir dayanışma, kardeşlik ruhu. Hiç tanımadığın insanlar vardı, mesela onu da söyleyeyim, Nihat diye bir beyefendi, tanımıyorum, nerede yaşadığını bilmiyorum, hayatımda hiç görmedim. Bana Adıyaman’da yatalak bir ihtiyarın olduğunu, oraya acil hasta yatağı ve tekerlekli sandalye gitmesi gerektiğini söyledi. Biz sonra Kadıköy’de bir hayırseverin kullanmadığı bir hasta yatağı ve sandalye bulduk. Onu Adıyaman’a getirdik, hastaya teslim ettik. Ben, Nihat Bey’i tanımıyorum, görmedim, kim olduğunu bilmiyorum. Herkese de “Böyle bir ilaç lazım, filan yerde çocuk bezi lazım, çadır lazım..” mesajları geldi. Herkes tanımadığı insanlardan mesajlar aldı ve bu ihtiyacı giderebilmek adına da elinden ne geliyorsa yaptı. Herhalde normal hayatın akışında bunu görmek mümkün olmaz ama zaten zor zamanda bu işlerin yapılması kıymetli. Evet deprem çok üzücüydü, çok yıkıcıydı. Fakat depremin ardından gelen bu yardımlaşma da bence çok kıymetliydi. 

Bölgedeki çalışmalar yeterli miydi?  

Yeterli değildi, yani şu anlamda yeterli değildi, ihtiyaçlar çok fazlaydı. Mesela herkes kendi ihtiyaçlarını düşünsün, bir barınma, ısınma ihtiyacı, temiz kıyafetler, temizlik malzemeleri ihtiyacı, ondan sonra banyo yapma ihtiyacı… Tırnak makası bile bir ihtiyaç baktığınız zaman. Dolayısıyla bütün ihtiyaçların giderildiğini söylemek mümkün değil, giderilebilir mi zaten? Giderilemez. Çünkü 100.000 kilometre kareden bahsediyorum, 11 tane ilden bahsediyorum, dolayısıyla köylerden bahsediyorum, birçok alan. İlk günlerde telekomünikasyonda sıkıntılar yaşandı; örneğin, Adıyaman’da ilk iki gün kimse birbiriyle konuşamadı, iletişimin kurulamamış olması ciddi bir sorundu. Bu anlamda bence telekomünikasyon şirketleri bu tip senaryoları da düşünmeliler. Orada iletişimin kesilmesi demek, ne demek? İnsanın ihtiyacını bir başkasına anlatamaması demek. Bazı insanlar enkazın altından telefon etmeye çalıştılar, edemediler. Mesaj gönderdiler, mesajlar iki gün sonra düştü. Belki o insan,  o sırada orada rahmetli oldu. Yani bu tip sıkıntılar oldu ama dediğim gibi, o kadar geniş alanlarda bütün ihtiyaçları giderme şeklinde bir ulaşma da zaten mümkün olamazdı, fakat olabildiğince oldu diyebilirim. Hala bazı yerlerde yardım bekleyen insanların olduğunu da düşünüyorum. 

Bundan sonrası için yapılması gereken çalışmalar nelerdir? 

Sivil toplum açısından ve devlet açısından diye ikiye ayıralım. Tabii biz Yetim Vakfı olarak bundan sonra asıl alanımız olan yetim çocuklarımıza, öksüz yavrularımıza, sosyal yetim dediğimiz gruba [yöneliyoruz] -ki şu anda deprem bölgesindeki bütün çocukların sosyal yetimler olduğunu düşünüyoruz. Çünkü travmalar yaşadılar, yıkımlara şahit oldular, ölümlere şahit oldular. Dolayısıyla ilk olarak, psikososyal destek çalışmasını uzun aylar boyunca devam ettirmeyi düşünüyoruz. 

İkincisi, depremin sıcağı geçti, yani bir aya yakın bir süre olmuş oldu. Şimdi bu yardımların da azaldığını görüyoruz. Bu dönem içerisinde yardımların sürekliliği çok önemli; önümüz Ramazan, Ramazan yardımlaşma, dayanışma, kardeşlik ayı. Dolayısıyla Ramazan ayında tekrar ritmin yükseleceğini düşünüyorum, bundan sonrasını da yine bir maraton koşusu gibi düşünerek nefesimizi ayarlamalıyız. Yani bir anda, Ramazandan sonra da yine bıçak gibi kesilmemeli, yine bu yardımlar, destekler devam etmeli. Özellikle yardımlar, tabii ki sadece deprem bölgesi yardımı şeklinde de düşünülmemeli. Mesela deprem bölgesinde yaşayan 15 milyon insan vardı. Bu insanların şu anda 5-6 milyonu İstanbul’a, Ankara’ya, farklı illere göç ettiler. Mesela bir depremzede muhacir kardeşimiz ev ararken ona fahiş fiyatla ev kiralamamak da bir yardım, ona göç ettiği yerde hayatı kolaylaştırmak da bir yardım. Bu anlamda da sivil toplum kuruluşları öncülük yapabilirler, duyurular yapabilirler. Ben de bütün medya organlarında, radyolarda bunu hatırlatıyorum. Yani muhacirlere ensar olmak lazım. Dolayısıyla, büyük şehirlere gelen kardeşlerimize de hayatı kolaylaştıralım diye söylüyorum.  

Devlet anlamında da yeniden yapılacak olan bu binaların uygun katlarda, yönetmeliklere uygun bir şekilde, zemin etütleri yapılmış bir şekilde yapılması olmalı. Çünkü bir bina, eğer bir tarım arazisine yapılıyorsa o bina yıkılmaya mahkûmdur çünkü onun tabanının temelinin bir yere yapışması, oturması lazım. O yüzden kaya zeminler binalar için tercih edilir çünkü onu sert bir zemine, tabanı oturtursunuz, o sallansa da yıkılmaz, daha mukavemetli olur. Dolayısıyla, yeni yapılacak binaların, şehirlerin yeniden böyle afetlere, Allah muhafaza etsin ama, yeniden olası afetlere karşı dayanıklı bir şekilde yapılması gerekiyor.