RÖPORTAJ | Melike Çağlıyan: “İnsanın iyilik yapma motivasyonunu tetikleyen şey acıma duygusu olmamalı.”
Kendinizi tanıtır mısınız?
Melike Çağlıyan, 26 yaşındayım. Bir Küçük Mucize Derneğinin kurucusu ve yönetim kurulu başkanıyım. 14 yaşından beri sivil toplum çalışmalarının içerisindeyim. Çocuklarda fırsat eşitsizliği üzerine çalışmalarımı sürdürüyorum.
Sizi deprem bölgesinde gönüllü olmaya iten motivasyon neydi?
Deprem olduğu günden itibaren çocuklar konusunda epey tedirgindik. Konuştuğumuz tüm yetkililer kurtarma faaliyetlerine yalnızca gönüllülerin yetebildiğini söylemişlerdi. Ağırlık elbette arama kurtarmaya ve insanların acil ihtiyacı olan beslenmeye verildi. Bununla alakalı çocukların genel durumunun ne olduğu, korunaklı bir bölgeye alınıp alınamadıkları ya da çadır kentlere alınan çocukların tam olarak durumunun ne olduğunu tespit edebilmek ve elbette çocuklar için psikolojik ilk yardım ile bir rehabilitasyon sürecini başlatabilmek için sahada bize de ihtiyaç olduğunu düşündük. Aslında herkese ihtiyaç olan bir dönemdi ama elbette bizim gibi uzun yıllardır psikoloji alanında psikososyal destek üzerine çalışan bir kurumun da sahada olması gerektiğini düşündük.
Bölgedeki göreviniz neydi?
Biz Malatya Şeker Fabrikası’nda kurulan çadır kente gittik. Aslında bütün hazırlıklarımız çocuklar içindi. Yani bir çocuğun ihtiyaç duyabileceği her şeyi, ilaçtan iç çamaşırına kadar, temin ederek yola çıktık. Fakat gördük ki Milli Eğitimin psikososyal destek personelleri çadırlarını bizim gittiğimiz gün kurmuşlardı. Biz de başka birçok ihtiyaç olması sebebiyle diğer acil ihtiyaçlara yönelme kararı aldık. Elimizdeki malzemeleri ihtiyaç noktalarına teslim ettik. Bulunduğumuz günler boyunca çocukların olduğu yerlere ve sahada gördüğümüz en acil ihtiyaçlardan biri olan çamaşır ve hijyen malzemeleri ihtiyacına yöneldik. Depremin 4. gününü, 5. güne bağlayan gece Malatya’daydık. Ve gördüğümüz en önemli ihtiyaçlardan birisi çamaşır ihtiyacıydı. Henüz banyolar kurulmamıştı ve bu konuda altyapı çalışmaları yapılıyordu. Bu sebeple Malatya’da hızlı bir organizasyon değişikliği yapmak durumunda kaldık.
Kamu-STK iş birliği hakkında ne söylemek istersiniz?
Birçok küçük ya da büyük sivil toplum kuruluşu aslında olayı duyar duymaz ne yapacağı ile ilgili ya da organizasyon kapasitesinin neye yettiği ile alakalı hemen toplantı haline geçti. Özellikle Suriye ve Arakan gibi farklı savaş bölgelerinde de faaliyet gösteren STK’ların çok daha hızlı organize olduğunu ve ihtiyaçları çok daha doğru analiz ettiğini gördük. Yemek ihtiyacı, çadır ihtiyacı ve kişisel ihtiyaçları noktasında da en zor koşullara hazırlıklıydılar. Mesela biz buradan yardım gönderen insanların aklına ilk aşamada iç çamaşırı ihtiyacının gelmediğini biliyoruz. Bizim de aklımıza buradan giderken gelmemişti. Çocuklara iç çamaşırını götürmüştük ama yetişkinlerle alakalı o acil durumda aklımıza sadece yemek geldi, ekmek geldi. Aslında bu da tabii o süreç içerisinde normaldi. STK’ların üzerlerine düşen sorumluluğu üstlenebildiğini düşünüyorum. Kamu kurumlarının da, özellikle mülki idareler noktasında, Malatya’da en küçük birimlerde kaymakamlıkların çok işlevsel çalıştığını gördüm. Hızlı organize olabilme becerisinin çok önemli olduğu bir dönem yaşadık. Yani ihtiyaçlar anlık olarak değişti ve her ihtiyacın hemen karşılanması gerekiyordu.
Kamu kurumlarıyla STK’lar arasında elbette herkesin yaşadığı o akut durumdan kaynaklanan iletişim problemleri Malatya’da da yaşandı. Çünkü ciddi bir telefon trafiği vardı, herkes için geçerliydi. İnsanların da isimlerini duymadığı birçok STK, şirketler, kişiler ve okullar yardım etme noktasında çalışmalara dâhil olmak istedi. Bunun tamamını koordine etmenin zor olduğunu düşünüyorum. Fakat burada bizim için önemli olan şey, en küçük birimlerde görevlendirilen kişilerin bu konuda ne kadar yeterli olduğuyla alakalıydı. Örneğin, çadır kentlere konteynerler yeni kuruluyordu ama çadır kentlere görevlendirilen en yetkili personellerin kimler olduğuyla alakalı ve bu kişilerin kriz yönetimi becerileri ve operasyonel becerilerinin ne olduğuyla alakalı bir takım eksiklikler olduğunu düşünüyorum. Yani beklediğimiz, çok daha kabiliyetli olduğunu bildiğimiz devlet memuru olan ya da sivil alanda da yer alabilen kişiler elbette vardı. Fakat onları orada yetkili olarak görememiş olmak beni şahsen biraz üzdü, çünkü süreci ciddi anlamda zorlaştırdılar. Keşke bir STK’nın yöneticisi ya da oradaki il bazlı büyük STK’ların sorumlularından biri bu çadır kentin sorumlusu olsaydı, dediğim çok oldu. Çünkü maalesef akut durumlarda sadece insanların ihtiyaçlarını bir kâğıda yazmak yeterli olmuyor, aynı zamanda o yardımı nereden talep edeceğini bilmek ve buna kanal oluşturmak da önemli. Elbette bu kişiler bir yerlere bu ihtiyaçları rapor ettiler, fakat acil ihtiyaçlar günlük olarak değiştiği için tekrar söylemek lazımdı.
Bizim saha çalışmalarımızda ve STK’larla koordinasyon toplantılarımızda gördüğümüz, gerçekten çok becerikli olduğunu bildiğimiz birtakım genç ordusu var. Yani, bu ülkede ciddi anlamda liderlik etme kapasitesi, operasyonel ve iletişim becerileri çok kuvvetli olan, dayanıklılığı da aynı şekilde kuvvetli olan kişiler var. Onların orada yer almasını gerçekten çok isterdim, çok daha iş bitireceklerini düşündüm. Fakat maalesef bu tarz problemler yaşadık.
Ancak onun dışında çadır kentlerde hem asker hem de polisin gerçekten canla başla gün boyunca insanlara yardım ettiğini gördük. Hatta depoda bir teyzemiz vardı eline birkaç eldiven giymiş, sadece çöp topluyor ama normal hayatta ne yapar, işi nedir açıkçası bilmiyorum. Orada birisi, bir sinir harbi ile askere kızdı, teyze cevval bir şekilde çıktı ve “Onlar gece gündüz burada çalışıyorlar. Ellerinde eldivenleri bile yok, onlara nasıl laf edersiniz?” diye ağlamaya başladı. Çadır kentler her anı, her duyguyu karmakarışık yaşadığımız bir yerdi. Genel olarak böyle özetlemiş olayım. Ama keşke devlet kurumlarımız, STK’lara biraz daha fazla inisiyatif tanısaydı…Özellikle sorumluluk noktasında bunu çok isterdim.
Bu süreçte sizi en çok etkileyen olay neydi?
Adıyaman’dan depremin ikinci gününde bir arkadaşımla görüştüğümde, “Biz burada arama kurtarma çalışması yapmak için vakit bulamıyoruz, sadece enkazdan çıkmayı başarmış insanlara hayatta tutmaya çalışıyoruz.” dedi. İnsanlar bu durumdayken, STK’larla oraya gelmiş bir grup insanın sürekli logo yarıştırması ya da yardımlarını yola çıkarmak için hazırlanmış kolilerin bantlarını söküp kendi logolarının olduğu kutulara koymak için gönüllülerine ek mesai yaptıran kurumların olduğunu biliyoruz. Bu yüzüme çarpan çok acı bir gerçekti, samimiyetimizi sorgulattı. Tabii ki ülkece samimiyetimizden bahsetmiyorum; çok güzel gönüllüler tanıdık, gerçekten birçok STK insanüstü bir çabayla çalıştı. Orada uyku nedir bilmeden günlerimizi geçirdik. Fakat bu yaşananların da olduğunu bilmek biraz yüreğimi burktu. Bu tarif edilmesi de çok zor bir şey ama maalesef işe biraz daha profesyonel baktığımız zaman bir yara açtığını görüyoruz.
İnsanların iyilik yapma motivasyonunun sadece çok acı görseller üzerinden tetiklenme davranışının bu kadar yaygınlaştırılmış olması, insanlar da mesela şunu uyandırıyor: “Ben bir yere yardım edeceksem, bu noktada ajite olmaya ihtiyacım var.” şu anda bunu yaşıyoruz… Acı bir gerçek. Depremden çok önce çocuklarla alakalı çalışmalarda bu konu üzerine bir yazı kaleme almıştım. Orada da tam olarak yine bundan bahsediyordum. İnsanın iyilik yapma motivasyonunu tetikleyen şey acıma duygusu olduğunda bu, iyiliğin motivasyonunu bize sorgulatıyor. Çünkü iyilik farkındalığa ihtiyaç duyan bir şey, acıma duygusuna değil. Eğer süreci acıma duygusuyla yöneteceksek yeni mağduriyetlere ihtiyacımız var. Lütfen beni yanlış anlamayın, farzı misal, bugün deprem bölgesinde çok kötü durumda olan bir çocuğun fotoğrafını paylaşalım, annesini babasını kaybetmiş olsun, durumu da çok kötü olsun ve sokakta kalsın…Milyonlarca kişi o çocuğa yardım edecek ama depremin yaralarını sarmak belki bizim için 5 yıl sürecek. Düzenli bağışa çok ihtiyacımız olan bir dönemde çok güzel bir başlangıç yaptık. İlk 2-3 hafta bütün STK’lar çok ciddi yardımlar yapıyordu. Bunların doğru değerlendirilmesi kadar, bundan sonra da bağışın akış sürecinin doğru yönetilmesi gerekiyor. Maalesef, çok özür dilerim, alınabilirler fakat belki bugün sivil toplum alanında çok deneyimli birçok kişiden çok gencim ama gördüğüm ve tespit ettiğim şey gerçekten bu. Bizim sivil toplum kuruluşlarımız fon kaynaklarını oluşturabilmek için acıma duygusunu ciddi anlamda tetikliyorlar ve acıma duygusu işleme geçmediğinde, yardım etme bilinci sürekli iyileşmemiş ve oturmamış insanların birçoğu yardımı kesiyorlar. Özellikle bizim gibi hayır kültürü çok gelişkin bir ülkede, bunun bu şekilde devam ediyor olmasından ciddi anlamda rahatsızım.
İyilik motivasyonumuzun da çok büyük bir kısmı zekâta ve sadakaya dayalı. Buna rağmen acıma duygusu üzerinden hareket ediyoruz. İnanan, inanmayan fark etmeksizin, bu ajitasyon meselesini rafa kaldırmamız gerekiyor. Bizim insanlardan yardım alabilmemiz için illa sokağın kenarına çökmüş, ağlayan bir amcanın fotoğrafını paylaşmaya ihtiyacımız yok. Gönüllerde ve zihinlerde güven inşa etmek ve şeffaflaşmak gerekiyor. Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nu sorgulatacak, insanların önümüzdeki yıllarda, önümüzdeki günlerde gördükleri zaman her baktıklarında ya utanç ya da üzüntüye boğulacağı birtakım fotoğrafların yayımlandığını gördük. Mesela açıkça eleştirmek istediğim bir kurum var, UNICEF’in Türkiye sayfasında odak noktada çocuklar olan birçok çadır kent fotoğrafı paylaşıldı.
Bilinci mi tartışmalıyız? Evet, kesinlikle tartışmalıyız. “Yardıma ihtiyacı olan bir insana nasıl yaklaşılır?” bilincini tartışmalıyız. Eğer böyle fotoğraflar paylaşılıyorsa anne babasının onayı dahi olsa, ki elbette yok, herhangi bir çocuğun deprem bölgesindeki fotoğraflarını odağa alıp paylaşmak bana korkunç hissettirdi. Bu gerçekten unutamayacağım korkunç bir anım. İnsanların mağduriyetinden kendine fon oluşturmaya çalışmayı ben ciddi anlamda ahlaki bir sorun olarak görüyorum ve görmeye devam edeceğim. Bunun hiçbir açıklaması yok.
Bundan sonrası için uzun vadede yapılması gereken çalışmalar nelerdir?
Ülkece genel olarak, hep sürdürülebilirlik noktasında problem yaşıyoruz. Bir çalışma yapıyoruz mesela, hızlı aksiyon almak bizim için hiç sorun değil. İşte deprem oldu, buradan hemen birçok insan Tahtakale’ye gitti, toptancılardan bir sürü alışveriş yaptı ve yola çıktılar. Bu ilk müdahale için müthiş bir şeydi, Allah onlardan razı olsun. Şu anda ise gerçekten koordinasyonu bilen, sahayı tanıyan ya da tanıma gayreti olan sivil toplum kuruluşlarının devreye girmesi ve onların da kamu kurumları tarafından yönlendirilerek hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum.
İl bazlı olarak sivil toplum kuruluşlarının ya da şubelerinin belli illerde görevlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu şekilde, biz ya da o STK’nın şubesi, o il ve o çadır kentle alakalı genel sürece ve detaylara hâkim olacağı için çok daha iyi çalışma üretebilecektir. En büyük problemlerden bir tanesi ise, çadır kentlerin sorumlusu olarak AFAD tarafından gönderilen personellerin haftalık olarak değişmesidir. Belki her yerde böyle değildir ama bizim bulunduğumuz çadır kentte haftada bir sorumlular değişiyordu, her gelenin mizacı ve sistemi farklıydı. Her gelen, yeni baştan çadır kentte kimlerin olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. STK bazlı olarak giden kişiler bu bilgileri aktarmadığı için yeni gelenler bize yabancı gözüyle bakıyordu…Hâlbuki biz belki 15 gündür oradayız; yani böyle bir sorun vardı.
Bu nedenle, çadır kentler bazında koordinasyon masalarının oluşturulması bence çok daha mantıklı. Sivil toplum kuruluşlarının bu noktada, yani Kızılay ve AFAD dışında bazı sivil toplum kuruluşlarının, bazı çadır kentlerin sorumluluğunu doğrudan alması gerektiğini düşünüyorum. İnsanların doğru bir şekilde ihtiyaçlarının analiz edilmesi ve sürekli olarak karşılanabilmesi önceliğimiz. Sürekli olarak hijyen malzemelerine ve daha farklı birçok şeye ihtiyaç var. Az önce bahsettiğim gibi, örneğin ben normalde çocuk çalışmaları üzerine eğiliyorum ama o sahada çocuk çalışmalarına değil de hijyen ürünlerine ihtiyaç varsa ben bir manevra gösterebilirim, yani bu benim için sorun olmamalı. Profesyonel olarak belki bir psikolog grubu, derneği veya psikiyatri derneğinin bu manevrayı yapması çok mümkün olmayabilir. Bu şekilde sorumluluk da almalıyız ve sürekli olarak bunu sağlamalıyız. Farzı misal, “Evet, bu hafta bu çadır kentin 10.000 tane şampuan ihtiyacı vardı, o şu anda bitiyor ve bunun yenisinin gönderilmesi gerekiyor.” diyebilmeliyim. Bunun sürekliliğini tek elde düşünür ve yönetirsem bu, insanlar için çok daha problemsiz olur. Devlet de “Bu çadır kentte hijyen malzemelerin sorumluluğu şu STK’da, onun hesaplarına bağış yapabilirsiniz.” diyebilir.
Konuştuğum, istişare ettiğim insanlar içerisinde bu yöntemi sakıncalı görenler var. Ama ben olaya insanların iyi olma durumları ve ihtiyaç duydukları malzemeye hızlıca ulaşabilme hakkı olanlar üzerinden bakıyorum. Mehmet Görmez Hoca’nın “Depremzedeler naz makamıdır.” sözü vardı. Bizim için de öyle, depremzedeler bize de naz makamıdır. Onların ufak bir ihtiyacı eksik kaldığı zaman gönülleri bize de kırılır. “Ya bu kadar milletimiz var, halkımız var; bizim şuna ihtiyacımız var.” derler. Bu sebeple, bütün STK’lara tek tek, büyükten küçüğe, yaptıkları çalışmalar için teşekkür edeceğimiz bir mekanizma kurulmalı. Kapasitemiz uyarınca bu konuda koordine olmamız gerektiğini düşünüyorum. Çözüm de ancak bu şekilde sağlanabilir. Bence konteyner kentler için de özellikle bu yöntem benimsenmeli.