‘Salgında Eğitim’ Sürecinde Gün Yüzüne Çıkan Gerçekler
KOVİD-19 salgını sebebiyle 13 Mart’ta eğitime zorunlu ara verilmesi kararının ardından iki haftayı geride bıraktık. Bu iki haftanın ilk haftası öğrenciler için tatil olarak geçti. İkinci haftadan itibaren K12 düzeyinde bütün okullarda, yüksek öğretim düzeyinde üniversitelerin büyük çoğunluğunda uzaktan eğitimler başladı. Birkaç üniversite hazırlık yapmak amacıyla bir iki hafta gecikmeli olarak eğitimlere başlayacağını duyursa da onlar da bu hafta ya da en geç gelecek hafta eğitime başlayacaklar. Bu arada zorunlu tatilin ikinci haftasının son gününde zorunlu ara 30 Nisan’a kadar uzatıldı. Diğer taraftan eğitimle ilgili bazı diğer programlanmış süreçlerin de erteleme kararları, eğitimde 2020 yılının bahar döneminin evden devam edeceği beklentisini güçlendirdi.
Krizde Eğitim Yönetimi Başarılıdır
Bu denli hızlı, yaygın ve ağır olağanüstü durum karşısında bireylerin, kurumların ya da devletlerin tam anlamıyla hazırlıklı olmasını beklemek haksızlık olur. Krizin süresinin, etkilerinin ve sonuçlarının kestirilememesi de karşı karşıya kaldığımız durumun belirsizliğini artırıyor. Bu durumda alınan kararların ne düzeyde doğru ve etkili kararlar olduğunu ancak zaman gösterebilir. Yöneticilik ise tam da böyle zamanlar da kendini gösterir. Karar alabilme inisiyatifi, önce belirsizlik ve bulanıklıkta hızla ilerlerken dengenin bozulmasına engel olacak inisiyatifler alabilmek ve mümkün mertebe bir yön kestirebilmek ve devamında ise bu inisiyatif ve kestirimler konusunda izleyenleri ve kitleleri inandırabilmek ve motive etmektir.
Genel olarak devlet kurumlarının özelde Milli Eğitim Bakanlığının ve YÖK’ün bu süreçte oldukça hızlı karar aldıklarını ve uygulamaya geçirdiklerini söyleyebiliriz. Bu denli büyük bir öğrenci kitlesi ile eğitim sistemimiz, bir hafta gibi çok kısa bir sürede neredeyse bütün öğrencileri bir şekilde uzaktan eğitime angaje edebildi. Okul öncesinden liseye kadar, sınav hazırlık programlarından özel öğrenme gereksinimi olan öğrencilere kadar, sanat eğitiminden spor etkinliklerine kadar, öğrencilere rehberlikten veli eğitimlerine kadar her alanda eğitim hizmetini eve ulaştırabildi. Yüksek öğretimde benzer bir başarılı uygulamaya şahit olduğumuzu söyleyebiliriz. Lisans ve lisansüstü eğitimlerde her öğretim üyesi öğrencileriyle bir biçimde buluşmayı ve eğitimlerine imkanlar çerçevesinde devam edebilmeyi başardı.
Eğitimin Asıl Sorunu Fırsat Adaleti Sorunudur
Elbette gelir farklılıkları, bölgesel farklılıklar ve diğer avantaj farklılıkları sebebiyle her bir öğrenciye eğitime erişimde fırsat adaleti sağlanıp sağlanamadığı önemli bir sorudur. Ne var ki bu soru, salgın öncesinde de eğitimin en önemli sorunuydu. Bu sorunun çözümü olarak eğitimin kamu tarafından her bir vatandaşa ücretsiz sunulması konusunda devletler inisiyatif almış olsa da neoliberal politikalar bu hedefe ulaşmak bir tarafa he geçen gün ülkeleri bu hedeften uzaklaştırmaktadır. Ne var ki salgın sebebiyle ortaya çıkan durum sosyal adaletsizliğin derinleşmesine müsaade etmeyecek yeni politikaların geliştirilmesine odaklanılması gerektiğin gerçeğini gözler önüne sermektedir.
Krizde Okullar, Okul Yöneticileri ve Öğretmenler İşlevsiz Kaldı
Salgın sebebiyle ortaya çıkan bir durum da birçok uzmanın dile getirdiği gibi okul yöneticileri ve öğretmenlerin salgın süresince etkisiz kalmaları oldu. Okul, eğitim hizmetlerinin gerçekleştiği kurumlar olmaları hasebiyle eğitim sisteminin en önemli unsurlarıdır. Bununla ilişkili olarak okul yöneticileri ve öğretmenler de okulda eğitim hizmetini gerçekleştiren uzman personel olarak hayati önem taşımaktadır. Salgın süresince okulun, okul yöneticilerinin ve öğretmenlerin etkisiz kalmalarının gerekçesi bu krizin evde kalmayı zorunlu tutan tarafının ağır basmasından ziyade esasen ulus devletlerin eğitim sistemlerinde bireylere ve alt örgütlere açtığı inisiyatif alanının sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumun iki ana gerekçesi olduğu kabul edilir: Ulus devletin vatandaşlarına, resmi ideolojiyi benimsetme zorunluluğu ile kalkınma miti.
Eğitim, Ulus Devletin Temel Aygıtıdır
Salgın sebebiyle yeniden güçlü bir biçimde ortaya çıkan gerçekliklerin başında ulus devlet gelmektedir. Sınırların ve ulaşımın kapatılması, ithalat ve ihracata sınırlamaların getirilmesi, yurtdışında bulunan vatandaşların tahliyeleri vb uygulamalara şahit olduk. Krizin ağır seyrettiği AB’de Birliğin geleceğinin tartışmaya açıldığına hatta fiilen sona erdiğine dair yüksek sesli açıklamalar, ‘medeni’ dünyanın merkezi ve en güçlü birlikteliği olarak kabul edilen Avrupa Birliği’nde bile çatırdamalara yol açtı. Fiili durumla birlikte ortaya çıkan bu yansımalar; küreselleşme, iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve göçlere rağmen ulus devletlerin inisiyatif alanlarını koruma reflekslerini güçlendirecek adımları hızlandıracaktır. Bu varsayımdan hareket edersek, ulus devletlerin okulların, okul yöneticilerinin ve öğretmenlerin inisiyatif alanlarını genişletme konusunda ne düzeyde istekli olabilecekleri ortadadır.
Eğitim Hala Kalkınmanın Temel Aracıdır
Kalkınma miti de ulus devletleri eğitimde yetki devri ve özerkleşme yerine merkezi planlamaya zorlamaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de eğitim planlaması, ağırlıklı olarak insan gücü yaklaşımı odaklı yürütülmüştür. Eğitimde insan gücü yaklaşımı odaklı planlamaların temel esprisi, ülkenin kalkınması için belli dönemde belirlenen kalkınma hedefleri için ihtiyaç duyulan insan gücünün yetiştirilmesinin sağlanmasıdır. Bu durumda okullar bir fabrika gibi belirlenen nitelikte işgücü yetiştirecek, okul yöneticileri ve öğretmenler de bu üretim bandından çalışan kalifiye elemanlar olacaklardır. 20. Yüzyılın son çeyreğinde refah devletinin sona erdiğine dair tartışmalar 21. yüzyılın başındaki endüstri devriminin ulaştığı aşamayla birleştiğinde eğitimde insangücü planlaması devrinin sona erdiği dile getirilse de Türkiye’de gerek kurumların genlerindeki kodlar gerekse ekonomik olarak kalkınmış ülke kategorisine girememiş olmamız bizi hala insan gücü yaklaşımı mantığına yakın tavır almaya yöneltmektedir. Bu durum okullara, okul yöneticilerine ve öğretmenlere inisiyatif alanı açma konusunda halen uzak olmamızın gerekçelerindendir.
Yıllardır tartışılan, seçim programlarına ve vizyon belgelerine giren bir konu olarak okul yöneticiliğinin bir meslek olarak tanınmaması, öğretmenlik meslek kanununun geciktirilmesi, okul ve il düzeyinde insan kaynakları, bütçe, içerik, yöntem ve yürütme gibi konularda yetki devri konusunda tutucu davranılması, öğretmenlik ve okul yöneticiliğinin bir kariyer mesleği haline gelmesinin mümkün olamaması, öğrencilerin ve velilerin kendi eğitim ihtiyaçlarını belirleme ve buna göre tercihlerde bulunabilme hak ve imkanlarının sınırlı tutulması, ulus devlet reflekslerinin eğitim hizmetlerine yansıması olarak kabul edilebilir. Bu durumda öğretmenlerin öğrencilerinin gelişmesi için inisiyatif almaları ve bu gerekçeyle sürekli kendilerini geliştirmeleri, okulların öğrenen örgüt olmaları, okul yöneticilerinin liderlik rollerini göstermeleri, velinin çocuklarının eğitiminde daha fazla rol almaları gibi kimi entelektüel meraktan kimi romantik yaklaşımlardan türeyen beklentilerin gerçeklikle ilişkisi zayıftır.
Hal böyle olunca, salgın krizi ortamında okul yöneticisi, öğretmen, veli, öğrenci ve eğitimin merkezi olan okul kurumu boşluğa düşmüş ve el yordamıyla kendini bulmaya çalışmaktadır.
Uzaktan mı Yüz yüze mi?
Uzaktan eğitimin yeterliliği konusu da bu süreçte tartışılması gereken bir başka konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar, ülkeleri ve kurumları kriz durumlarına yeteri kadar hazırlıklı olup olmadıkları konusunda tartışmaya açsak da esasen tartışılması gereken asıl konu eğitimin ne kadar uzaktan olabileceği konusudur. Bu salgın vesilesiyle açıkça ortaya çıkan durum, uzaktan eğitimin; konvansiyonel, örgün ve yüz yüze eğitim sistemlerinin daha uzun süre yerini dolduramayacağı gerçeğidir. Başlı başına bir yazının konusu olabilecek bu konuyu başka bir yazıda tartışmak üzere şimdilik kapatalım.