SALGIN SONRASI TOPLUM

Salgında Çalışma Hayatı ve Meslekler

Elyesa Koytak

İstanbul Medeniyet Üniversitesi

Türkiye’de meslekler dönüşüyor. Mesleklerin itibarı, toplumsal statüsü, kazanç seviyesi, çalışma şartları ve demografik yapısı çok boyutlu bir geçiş süreci yaşıyor. Bir yandan yükseköğretimin genişlemesiyle hemen her meslek grubuna katılan yeni kuşaklar kalabalıklaşıyor, diğer yandan ücretlileşme ve piyasalaşmanın kesiştiği noktada mesleklerin eski kazanımları aşınıyor. Dolayısıyla mesleklere, bilhassa diplomayla girilen üst düzey profesyonel mesleklere yüklenen dikey sosyal hareketlilik beklentisi ironik biçimde mesleklerin toplumsal konum ve getirilerinin daha az tatmin edici bir noktaya evrilmesiyle karşılaşıyor.

Salgınla birlikte bu dönüşümün hızlandığını ve aşikar hale geldiğini gördük. Salgının çalışma hayatına etkilerini en zorlu şekilde hisseden gruplar her zaman daha kırılgan olan gençler, kadınlar, dar gelirliler, “kirli iş”lerde çalışanlar ve kayıt dışı çalışanlar oldu. Birçok ülkede kapanma uzadıkça ve yeni enfeksiyon dalgaları meydana geldikçe, çalışma hayatı büyük kesintilere uğradı. Sokağa çıkma yasakları birçok iş kolunu bilfiil çalışamaz hale getirdi; özellikle yüz yüze teması ve kol gücünü gerektiren niteliksiz işler başta olmak üzere birçok iş durdu. Bu da çalışma hayatındaki kırılgan grupların üstündeki yükü artırdı. 2022 sonu itibariyle halen çalışma hayatının hangi boyutlarda darbe aldığını net bir şekilde tespit etmek mümkün görünmüyor.

Salgının çalışma hayatına etkisi makroekonomik süreçlerle de iç içe geçmiş durumda. Bütün dünyada artan enflasyonun sıkı kapanma tedbirlerini artık ne kadar mümkün kıldığı tartışma konusu. Gelişmekte olan ülkelerde çalışma hayatının düzelmesi daha uzun ve zahmetli olacak gibi görünüyor. Çalışma şartlarının daha düzensiz olması, kayıt dışı çalışma oranının yüksek olması, mevcut derin eşitsizlikler bu ülkeler için salgının etkisini kalıcı hale getirme potansiyeli taşıyor. Emek-yoğun malların ihracatının ve turizm gelirinin öne çıktığı Türkiye gibi ülkeler bu anlamda salgın boyunca kapanmadan en ciddi etkilenen ülkelerden oldu. İmalat, tedarik, ulaşım, eğitim ve turizm sektörleri bundan doğrudan nasibini aldı. 2019’dan 2020’ye imalat sektöründe istihdam alt-orta gelir grubu ülkelerde -11,8 daralırken üst-orta gelir grubu ülkelerde -7,4 daraldı (ILO, 2022, s. 19).

Eğitim sisteminin uzun bir süre kapalı tutulması sonucunda, öğrencilerin maruz kaldığı eğitim kaybının yanı sıra, evde bakım işlerinin yükü büyük oranda kadınların omuzlarına bindi. Yine salgın öncesinde büyük oranda kayıt dışı olan evde yaşlı bakımı, çocuk bakımı, hasta bakımı, özel kurs ve eğitim gibi işlerde çalışanlar işlerini uzunca bir süre sürdüremediler. Bunun yanı sıra küçük işletmeler çalışma süresi anlamında daha büyük kayıplar yaşadıkları gibi salgının şok etkisine mali anlamda daha hazırlıksız yakalandılar. ILO raporuna göre bütün dünyada 2019-20 arasında, 1-4 kişinin çalıştığı iş yerleri -12,1 oranında çalışma süresi kaybı yaşarken 50’den fazla kişinin çalıştığı iş yerleri -8,7 oranında kayıp yaşadı (ILO, 2021). Buna karşı bilgi ve iletişim, lojistik, e-ticaret gibi iş kolları genişledi.

Bu yazı Türkiye’de çalışma hayatının yapısal dinamiklerinin salgında nasıl belirginleştiğine odaklanacak. Türkiye’de çalışma hayatı 1980’lerden bu yana hızla artan ücretlileşmenin baskın olduğu bir yapıya evrildi. TÜİK işgücü istatistiklerine göre Türkiye’de çalışan 10 kişiden 7’si ücretli olarak çalışıyor. Bu da salgın gibi istihdamın daraldığı kriz dönemlerinde çoklu etkiler içeren bir durum. İkinci olarak, Türkiye’de çalışanların ve genel nüfusun eğitim düzeyi son yirmi senede çok hızlı yükseldi. Bu da eğitimle çalışma hayatı arasındaki ilişkiyi merkeze almamızı gerektiriyor. Bu yazının ilerleyen kısımlarında da salgın boyunca meslekler arası yerleşik maddi ve simgesel hiyerarşinin nasıl tezahür ettiğini, ayrıca salgının tıbbileştirilmiş “doğası” gereği ortasında yer alan hekimlik mesleğinin toplumla kurduğu ilişkinin nasıl etkilendiğini konu edineceğim.


Ücretlileşmenin Dar Boğazı


Salgının çalışma hayatına doğrudan bir etkisi işgücüne katılım bahsinde gerçekleşti. İşyerlerinin belirsiz süreler için kapatılması ve yeni işe alımların sekteye uğraması bu dönemde bilhassa genç kuşakların istihdama katılımına etki etti. İşletmeler gelir kaynaklarının daralması karşısında öncelikli olarak işgücü ödemelerini kısıtlı tutma yoluna gittiler ve yeni istihdam yaratma ihtiyacı derinleşti. TÜİK işgücü istatistiklerine göre 2014’ten bu yana %50’nin üstünde seyreden ve 2019’da %53’e çıkan işgücüne katılım oranı 2020’de %49,3; 2021’de %51,4 oldu. Bir diğer ifadeyle salgın, işgücüne katılımın yavaş ama istikrarlı yükselişine ket vurdu; daha önemlisi aktif nüfusun hızlı artışının gerisinde kaldı. Diğer yandan işsizlik oranı da salgın yıllarında artarak sırasıyla %13 ve %12 şeklinde kaydedildi. Salgın bu anlamda çalışma hayatının yapısal zorluklarını derinleştirdi.

Türkiye’de çalışma hayatı bir yandan yoğun ve hızlı bir ücretlileşmeye sahne olurken (Özatalay, 2014) diğer yandan eğitim sermayesinin genel anlamda yükselmesi, bilhassa da yükseköğretimin genişlemesi sayesinde (Gür & Yurdakul, 2020) daha rekabetçi bir yapıya evriliyor. Artık yirmi sene önce olduğu gibi çalışan iki kişiden birinin ilköğretim mezunu olduğu bir işgücü yok. 2021 itibariyle 8 milyondan fazla öğrenci bir yükseköğretim programına halen kayıtlı bulunuyor ve istihdamda bir üniversite diplomasıyla yapılan profesyonel mesleklerin oranı %12’yi geçiyor. Eğitim sermayesinin topyekun artışı işten ve işin getirilerinden beklentileri de yükseltiyor. Ücretlileşmeyle eğitim sermayesinin buluştuğu güncel bağlamda nitelikli emeğin istihdam piyasalarındaki yeri ve karşılığına dair şüphe ve belirsizlikler de artıyor (Kurnaz Baltacı & Özaydın, 2020).

Nitekim TÜİK verilerine göre işgücü ödemelerinin gayri safi yurtiçi hasıla içindeki payı, salgının başladığı 2020’nin ilk aylarından itibaren hızlı bir düşüş arz etti. 2021’nin üçüncü çeyreğinden itibaren ikinci bir düşüş dalgasıyla %22’nin altına indi. Bir diğer ifadeyle ülke içinde üretilen ekonomik değerden emeğin aldığı pay hızlı bir kayıp yaşadı. Buna karşılık işletmelerin elde ettiği ekonomik değer, yine salgının başladığı 2020 başından itibaren yükselişe geçti. Salgın bu anlamda çalışma hayatında emeğin değerini aşındıran bir etki yaptı. Bu aşınmada salgınla iç içe geçen güncel ekonomi politikalarının ve enflasyonist ortamın etkisini de unutmamak gerekir. Türkiye’nin ihracat ve büyüme rakamlarına yansıyan ve ilk bakışta olumlu görünen makro göstergelerin altında, çalışan ücretli kesimin giderek yoksullaştığı bir dinamiğin yattığını söylemek de yanlış olmayacaktır.



Şekil 61. Çalışanların ve İşletmelerin GSYH payları (2018-2022)

Kaynak: TÜİK Dönemsel Gayrisafi Yurtiçi Hasıla verilerinden yazar tarafından oluşturulmuştur.  



Şekil 62. Eğitim Durumlarına Göre Fertlerin Esas İş Gelirlerinin Ortalama Gelire Oranı (2006-2021)
Kaynak: TÜİK Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması verilerinden yazar tarafından oluşturulmuştur. 

Ücretlilerin gelir kaybına dair bir diğer gösterge TÜİK Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması verilerinde mevcut. Salgının çalışma hayatını en şiddetli etkilediği 2020 yılında iş geliri bakımından ciddi bir farklılaşma yaşandığını görüyoruz. Yıllık ortalama esas iş gelirinin 2019’dan 2020’ye artışı, işteki duruma göre değişen oranlarda gerçekleşti. Ücretli ve maaşlı çalışanların esas iş geliri salgının ilk yılında %23; kendi hesabına çalışanların geliri de %22 arttı. Buna karşılık işverenlerin esas iş geliri %32 oranında yıllık artış kaydetti. Meslek gruplarına göre esas iş gelirlerine baktığımızda da benzer bir manzara görüyoruz. Yönetici konumunda çalışanların esas iş geliri, toplam ortalama gelirin 2020’de 2,6 katı; 2021’de ise 2,3 katı oldu. Buna karşılık, yükseköğretim diplomasıyla yapılan hekimlik, avukatlık, mühendislik gibi profesyonel işlerde çalışanların esas iş geliri ise giderek ortalama gelire yaklaştı: 2012’de ortalamanın 1,7 katıyken son on senede istikrarlı şekilde azalarak 2021’de 1,4’e indi. Bütün bunlar salgınla birlikte çalışma hayatının girdiği şok durumundan işverenlerin lehine bir sonucun çıktığını gösterdiği gibi, eğitim sermayesinin gelir anlamındaki karşılığının da aşındığına işaret ediyor.



Şekil 63. Eğitim Seviyelerine Göre Kayıtlı İşsizler (Milyon kişi, 2017-2021)
Kaynak: İŞKUR İstatistikleri’nden yazar tarafından oluşturulmuştur


Salgın döneminde istihdamın daralmasına karşı uygulanan önemli bir politika aracı kısa çalışma ödeneği oldu. Çalışma sürelerinin birçok sektörde salgın nedeniyle durdurulması, çalışanların işten çıkarılması ihtimalini ve işsizliğin hızlı artışını doğurdu. Gerçekten de üretim ve tüketimin daraldığı bir bağlamda işsizlik, dar gelirli haneler ve halihazırda tasarrufu bulunmayan aileler için yıkıcı ve kümülatif sonuçlar demektir. Bunu belli bir oranda da olsa önlemek adına kısa çalışma ödeneği 2020’nin Mart ayından itibaren, aslında hızlı denmeyi hak eden bir sürede uygulama olarak yürürlüğe kondu. Uygulama işyerlerinin en az dört hafta boyunca kapalı kalması ve çalışma sürelerinin durdurulması halinde, işçinin günlük ortalama kazancının %60’ının devlet tarafından ödenmesi şeklinde gerçekleştirildi. 2020 Mart’ından itibaren uygulanan kısa çalışma ödeneği Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla birden çok defa uzatılarak 2021 Haziran’ına kadar devam etti. Resmî açıklamaya göre bu süreçte 506 bin 624 firmadan 3 milyon 773 bin çalışan kısa çalışma ödeneğinden faydalandı ve toplamda 36 milyar TL ödeme yapıldı (T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 2021).
Diğer yandan kısa çalışma ödeneği, Türkiye’de zaten yüksek olan kayıt dışı istihdamı kapsamadı. TÜİK hesaplamalarına göre 2022’nin ikinci çeyreğinde kayıt dışı çalışanların oranı %28. Bu da kabaca on çalışandan üçünün kayıt dışı olması; özlük haklarının ve sendikal haklarının olmaması anlamına gelir. Kayıt dışı çalışmanın özellikle tarım ve imalat sektörlerinde yoğunlaştığı; ayrıca göçmen işgücünün bunda önemli bir paya sahip olduğu biliniyor. Kayıt dışı çalışma kısa vadede işletmelere maddi anlamda fayda sağlarken uzun vadede kronik işsizlik ve işgücü niteliği sorunlarını derinleştiriyor. 2021’de iş aramak ve işsizlik ödeneğinden faydalanmak üzere İŞKUR’da kaydı bulunan kişi sayısı 3 milyon 171 bin. Salgınla birlikte 2020’de kayıtlı işsiz sayısının düşmesi, işten çıkarmayı önleyici politikalar kadar kişilerin belirsizlik ortamı da iş arama motivasyonlarının da azaldığına işaret ediyor. Mevcut tabloda dikkat çekici olan, kayıtlı işsizler arasında yükseköğretim mezunlarının hem istikrarlı artışı hem de salgınla birlikte toplam kayıtlı işsizler arasındaki oranının yükselmesi. Yükseköğretim mezunu kayıtlı işsiz oranı 2020’de %27, bir sonraki yıl %26 oldu.
Kayıtlı her dört işsizden birinin yükseköğretim mezunu olması, istihdam piyasalarında yükselen eğitim sermayesini karşılayacak işlerin yaratılmadığının göstergesi. Nitekim İŞKUR’un işbaşı ve mesleki eğitim programları, ağırlıklı olarak tekstil gibi imalat sektörlerine ve hizmet sektörünün alt düzey işlerine odaklanıyor. İŞKUR üzerinden yapılan işe yerleştirmelerde satış elemanı, konfeksiyon işçisi, otelcilik elemanı, güvenlik görevlisi, garson, perakende satış elemanı gibi işlerin ilk sıralarda yer aldığını görüyoruz (İŞKUR, 2021, s. 9). Bu işlerin, yükseköğretim mezunları için maddi kazanç beklentilerinin ve kariyer niyetlerinin altında kalan işler olduğu açık. Bunu doğrulayan bir veri de İŞKUR yoluyla iş bulanlar arasında düşük eğitim sermayesine sahip olanların daha kısa bekleme süresi geçirmesi. İŞKUR’un yıllık istatistiklerine göre ilköğretim mezunlarının %14’ü bir yıl ve daha uzun süre işe girmeyi beklerken bu oran lisans mezunları arasında %26, yüksek lisans mezunların arasında ise %29.
Dolayısıyla, giderek kalabalıklaşan yükseköğretim mezunları için hizmet sektörünün alt tabakaları dışında bir seçenek olmaması, eğitimle çalışma hayatındaki ilişkide derin bir kriz anlamına geliyor. Salgın boyunca, bilhassa üniversite diplomasına sahip genç işgücünün çalışma hayatından en umutsuz kesim olması bu anlamda şaşırtıcı değil. Ücretlileşmeyle işsizlik arasında, yükselen eğitim sermayesine sahip yeni kuşaklar için, niteliklerine uygun ve niteliklerini geliştirmeye yönelik işlerin aktif istihdam politikalarının temel bir parçası olarak yaratılması gerekiyor. Salgınla birlikte açığa çıkan ve salgın sonrasında toplumu bekleyen en önemli meselelerden biri bu.


Salgının Gençleri

Çalışma hayatı bağlamında Türkiye’nin önemli bir sorunu aslında çalışma hayatına katılmayan ancak eğitim süreci içinde de olmayan, “ne istihdamda ne eğitimde” (NİNE) olarak tasnif edilen 15-24 yaş arası genç nüfusun akıbeti. Türkiye, OECD ülkeleri arasında NİNE oranı bakımından öteden beri en yüksek ülke. 2017’de %27,5 olan bu oran 2020’de %32’ye yükseldi. Salgının bu anlamda çoklu etkilerini birlikte düşünmek gerekiyor: 2020’de kapatılmayla çalışma hayatının girdiği daralma dönemi gençlerin iş bulma imkan ve arayışlarını kısıtladığı gibi, yükseköğretimde de boş kontenjanlar oluştu. Bunun birinci nedeni elbette salgın şartlarının getirdiği belirsizlik içinde insanların başka bir şehirde üniversite okumanın gerektirdiği riskleri almaktan çekinmesiydi. 


Şekil 64. Ne İstihdamda Ne Eğitimde Olan Gençlerin Oranı (15-29 yaş, %, 2017-2021)

Kaynak: Eurostat, OECD, TÜİK İşgücü İstatistikleri’nden yazar tarafından oluşturulmuştur.




Şekil 65. Ne İstihdamda Ne Eğitimde Olan Gençlerin Eğitim Seviyesi (15-24 yaş, %, 2021-2022)

Kaynak: TÜİK İşgücü İstatistikleri’nden yazar tarafından oluşturulmuştur.

Ne istihdamda ne eğitimde olan gençlerin cinsiyete göre dağılımı da Türkiye’ye özgü bu sorunun derinliğini ortaya koyuyor. Kadınların istihdama katılımının zaten düşük olduğu bir bağlamda, ne eğitimde ne istihdamda olan genç kadın oranı %44. Yükseköğretimin kadınlara iş bulma noktasında avantaj getirdiğini biliyoruz, buna rağmen önemli sayıda genç kadının lise seviyesinde okulu terk etmek zorunda kalması veya liseden sonra eğitimine devam etme fırsatı bulamaması söz konusu. Eğitimden çalışmaya geçişin aynı zamanda toplumsal bir konum kazanma yolunda önemli bir merhale olduğu hatırlanırsa Türkiye’nin genç kadın nüfusuna yönelik aktif istihdam politikalarını artırması gerektiği açık.
Her durumda, ne istihdamda ne eğitimde olan gençler arasında yükseköğretim mezunları yüksek bir orana sahip görünüyor. Yükseköğretim mezunu NİNE oranı hem 2021 hem 2022’nin birinci çeyreğinde toplamın üstünde seyretti. 2021’nin ilk çeyreğinde eğitim ve çalışma hayatından uzak kalan 15-24 yaş arası gençlerde yükseköğretim mezunu oranı %37 oldu. Yükseköğretim için literatürde teorik yaş aralığının 18-22 olduğunu düşündüğümüzde, diplomalı genç işgücünün iş hayatına katılımının ertelendiğini söylemek gerekiyor. Salgınla birlikte yeterli sayıda ve nitelikte yeni işlerin yaratılamaması en çok üniversite diplomasının geleneksel olarak vadettiği maddi ve sosyal kazanımlara dair ümit ve beklentilerin altını oyuyor. Bu da toplumsal dünyanın eğitim ekseninde liyakate dayalı işleyişine dair inancı aşındırıyor.
Ne istihdamda ne eğitimde olan gençler konusu Türkiye’de yapılan akademik araştırmalarda yeni yeni gündem olmaya başladığı gibi uluslararası literatürde de artık sıklıkla vurgulanıyor. ILO Ankara ofisinin ne istihdamda ne eğitimde olan 1250 kişilik (250’si göçmen) örneklemle yaptığı araştırmaya göre 15-24 yaş arasındaki gençler, eğitimi bırakma nedeni olarak en çok “okulu sevmedim ve bıraktım” ifadesini tercih ediyor ancak bunun arkasında aslında ailenin maddi durumunun eğitim masraflarını karşılayamaması var (ILO Ankara, 2021, s. 37). Bu da gençlerin daha çok düşük eğitimli ve vasıflı olarak düşük seviye işlere mecbur kaldığını ve çalışma hayatına en dezavantajlı şekilde girerek yoksulluk döngüsüne mahkum olduğunu gösteriyor. Nitekim bilhassa düşük sosyo-ekonomik statüden ailelerde eğitime yapılan maddi ve manevi yatırımın anlamlı ve verimli bir dönüşü olmayacağı yönünde bir kanaatin bu durumu pekiştirdiğini görüyoruz.
Aynı araştırmaya göre gençler müthiş bir belirsizlik zemininde bulunuyor. %74’ü eğitimi bıraktıktan sonra ücretli bir işe girmediği gibi girenlerin de işleri sürekli ve güvenceli değil (ILO Ankara, 2021, s. 47). Yukarıda İŞKUR’a kayıtlı işsiz verilerinde yükseköğretim mezunlarının oranının arttığını tartışmıştık. ILO araştırmasına göre NİNE kapsamına giren gençlerin %82’si İŞKUR’a “işsiz” olarak kayıtlı olmadığını ifade ediyor. Gençlerin çevreden duyduğu ve işe giriş süreçlerine dair edindikleri olumsuz deneyimler heveslerini kırdığı gibi üniversite mezunları da İŞKUR’u kendi niteliklerine uygun iş bulma anlamında yetersiz görüyor. Bunun sonucunda gelir kaynağı bakımından büyük oranda ailenin gelirine bağlı olan; aile dar gelir grubunda olduğu takdirde ise içinden çıkılmaz bir sarmala hapsolan bir genç kitlesi olduğunu göz ardı etmek mümkün değil.



Şekil 66. Genç Nüfusun Aylık İstihdam ve İşsizlik Oranı (15-24 yaş, %, 2017-2022)
Kaynak: TÜİK İşgücü İstatistikleri’nden yazar tarafından oluşturulmuştur. 

Ne istihdamda ne eğitimde olan gençlerin İŞKUR, STK’lar ve yerel yönetimlerin sunduğu meslek kazandırma kurslarını ve işbaşı eğitimlerini işlevsel ve katılmaya değer bulmadığını söylemek mümkün. Çünkü ILO araştırmasında gençlerin %90’ı böyle bir kursa katılmadığını ifade ediyor (ILO Ankara, 2021, s. 40). Salgın şartlarında hastalık riskiyle bu tür programlara katılmaktan çekinme gibi bir neden baskın olsa da iş bulma ümidinin düşüklüğü de yapısal bir sorun olarak bu çekingen tavırda oldukça etkili. Ayrıca sendikaların, işveren gruplarının, ticaret ve sanayi odalarının genç işgücüne yönelik beceri geliştirme ve kariyer planlama programlarının yetersizliğinden bahsetmek gerekiyor. Gençler arasında hükümetin ve genel anlamda kamu kurumlarının iş geliştirmek ya da iş kurmak için kredi ve hibe desteğini artırma gibi bahislerde daha etkin olması yönünde bir beklenti var.
Sonuçta mesele eğitimle çalışma hayatı arasındaki ilişkinin yeniden düşünülmesine geliyor. TÜİK verilerine göre 15-24 yaş arası nüfusun istihdam oranı 2020’nin Mart-Nisan aylarında %25’e inse de akabinde görece hep yükseldi ve 2022 Ekim’inde %35’e çıktı. Aynı yaş grubunda işsizlik oranı da %28’den %20’ye indi. Bu yine hayli yüksek bir işsizlik oranı olsa da salgın boyunca durumun daha kötü gitmediğini ifade ediyor. Yine İŞKUR verilerine göre 2021’de toplam 461 bin 671 kişi mesleki eğitim kurslarına ve işbaşı eğitimlerine katıldı. Ancak toplum genelinde yükseköğretime erişim genişledikçe ve yükseköğretim mezunu işgücünün oranı arttıkça bu tür makro sayıların giderek anlam kaybı yaşayacağını düşünmek mümkün. Yükseköğretimi değerli ve cazip kılan çalışma hayatındaki karşılıklarının giderek eridiği güncel dönemde eğitimle istithdam arasında daha verimli köprüler kurmak gerektiği açık.


Mesleki Hiyerarşinin Yeni Tezahürleri

Salgınla birlikte meslekler arasında eğitim, kazanç ve statü temelinde oluşan hiyerarşinin bütün çıplaklığıyla açığa çıktığını gördük. Kasiyer, hamal, kurye, postacı, şoför, nakliyeci, çöpçü gibi nitelik gerektirmeyen meslekler bütün toplumun kapandığı dönemlerde hastalık kapma riskiyle baş başa çalışmak zorunda kaldı. Toplumda ekseriyetle fiziki ve sosyal anlamda “kirli iş” olarak görülen bu meslekler (Sever & Özdemir, 2022), salgın sürecinde aynı zamanda hastalığa en açık ve yakın meslekler haline geldi. İnsanların gıda ve temizlik gibi en temel ihtiyaçlarını temin eden bu işlere literatürde sıklıkla “vasıfsız” (unskilled) işler denmesi de bu bağlamda tartışmaya açıldı. Vasıfsız ama vazgeçilemez önemde olan bu işlerde çalışanların zaten yoğun olan stres düzeyi, işten çıkarılma korkusu, hastalık riskiyle mücadele stratejileri ve asgari ücretle geçinme mücadelesi bir araya gelince olumsuz bir kümülatif etki getirdi.
“Vasıfsız” denilen hayati öneme sahip işlerde çalışanların önemli bir mahrumiyeti virüs ve virüsten korunma yollarına dair teknik bilgiye herkes kadar erişebilir olmalarıydı. Bir diğer ifadeyle, bir kasiyer virüs taşıyan kişilerle ortalama olarak belki bir hemşireden daha çok temas etmek zorunda kalsa da bir hemşire, hele de bir hekim kadar virüse karşı bireysel önlem alma imkan ve ihtimaline sahip olamadı. Bununla birlikte sağlık çalışanlarının bilhassa 2020’de öne çıkan çalışma şartları takdir topladı. Sağlık çalışanları birçok ülkede olduğu Türkiye’de de alkışlandı. Ancak sağlık kadar gıda, güvenlik, ulaşım, altyapı gibi sektörlerde olup da evden çalışamayan herkesin bu süreçte kırılgan ama hayati bir hat oluşturduğunu söylemek gerekiyor.
Gündelik temizlikçiler, bakıcılar, son ütücüler, maden işçileri bu süreçte hastalık riskiyle yoğun şekilde karşılaştı veya işini sürdüremez hale geldi (Güler, 2021). Bu noktada çalışma hayatının aile, eğitim ve konut gibi temel sosyal olgularla iç içe geçtiğini de hatırlamak gerekir. Çalışmak zorunda olduğu için evdeki çocuğuna bakım sağlayamayan, hastalanmaktan çok işini kaybetme korkusuyla virüsten çekinen, tek seferde çok sayıda gıda ve temizlik ürünü stoklayamayan, yaşlı anne ve babasını izole edecek bir odası olmayan dar gelirli çalışanlar bu süreçten en çok etkilenenler oldu. Dolayısıyla salgın sadece tıbbi bir şey olarak yaşanmadı; mevcut eşitsizliklerin işsizlik, geçim darlığı ve haysiyet aşınması olarak bilfiil yaşanmasını da beraberinde getirdi.
Elbette uzaktan çalışma yaygınlaştı. Uzaktan çalışmayı (remote work, telework) işyeri dışında bir mekandan ve çoğunlukla evden, elektronik cihazlar ve dijital altyapı sayesinde işin gerekliliklerini yerine getirme süreci olarak tanımlamak mümkün. Bilhassa bilgi ve iletişim, finans ve bankacılık, eğitim ve araştırma, medya gibi sektörler buna elverişli olduğu için hızla kabul gördü. Uzaktan çalışma, Ağustos 2020’de Cumhurbaşkanlığı Genelgesi’yle kamuda da etkin hale geldi. Ancak bilhassa özel sektör çalışanları için uzaktan veya evden çalışma mesai sürelerinin uzamasını beraberinde getirdi. Çalışanların dijital kontrolünü ve mesai takibini mümkün kılan yazılımlar sayesinde işverenler ve yöneticiler uzaktan çalışmayı tercih eder hale geldiler. Ayrıca ofiste çalışmanın ulaşım, beslenme, enerji sarfiyatı bakımlarından yükü işveren için azaldı. Dolayısıyla uzaktan çalışma çelişkili dinamikleri beraberinde getirdi; bilhassa eğitimde ve üniversitede yüz yüze iletişimin, akran öğrenmesinin ve yerinde öğrenmenin vazgeçilemez olduğunu gördük.


Artık Tartışılan Bir Meslek: Hekimlik

Salgınla birlikte en çok tartışılan meslek grubu şüphesiz hekimler oldu. Salgın bu muteber meslekle ilgili temelde üç boyutta etki yaptı. Birincisi, virüsle insanlık arasındaki ilişkinin savaş nosyonu üzerinden tanımlanmasıyla hekimler ön cephede mücadele veren fedakar uzmanlar olarak öne çıktı. Gerçekten de bilhassa en sıkı kapanma kurallarının uygulandığı ve en yoğun vakaların görüldüğü 2020 yılı boyunca hekimlerin kendi ailelerinden feragat ederek çalıştıklarını gördük. Bununla birlikte, hem salgının hem de virüsle mücadelenin yetkililer tarafından tıbbileştirilmiş bir düzleme indirgenmesi, başımıza gelen felakete dair bilgi alma ve yorumlama ihtiyacımızı hekimlerle giderme eğilimimizi de güçlendirdi. Televizyonda kendi alt alanlarının uzmanı olan hekimler sıklıkla yeni gelişmelerden bahsettiği gibi sosyal medyanın kaotik ve denetimsiz dünyasında da irili ufaklı hekim hesapları herkesin takibine girdi. Hatta öyle ki virüsün yapısı, ilaç tedavisi, aşı çalışmaları ve firmaları, salgının ne zaman biteceği gibi konularda farklı alan ve ülkelerden hekimlerin kanaatlerinin birbiriyle örtüşmeyebileceğine ve çelişebileceğine şahit olduk. Salgın bu anlamda tıbbi bilginin içini dışına çıkardı; hekimlere daha çok kulak verdik ama tam da bu nedenle aynı zamanda bu meslek grubunun uzmanlık bilgisine dair daha dikkatli olma yönünde bir yatkınlık toplumda yaygınlaştı.
Salgının tıp mesleğine ikinci bir etkisi, hekimlerin çalışma şartlarının çelişkili yapısını gün yüzüne çıkarmak oldu. Gerçekten de Türkiye’de birçok benzer ülkeye göre daha az ölüm yaşandıysa bunun bir nedeni sağlık sisteminin yatak, cihaz vs. gibi unsurlar bakımından görece güçlü altyapısı; diğer nedeni de hekimlerin ve sağlık çalışanlarının aşırı yoğun çalışma temposuna normal denilen zamanlarda zaten yatkın olmasıydı. Salgın şunu ifşa etti: Türkiye’de sağlık hizmetlerine yönelik toplumsal talep ile sağlık hizmeti sunanların iş kapasitesi arasında bir asimetri var. Salgından önce, 2019 yılında yılda ortalama kişi başı hekime müracaat sayısı 9,8 iken 2020’de 7,2 oldu. Bu, bütün OECD ülkelerinin üstünde bir seviye (OECD ortalaması 6,6). Diğer yandan bin kişiye düşen hekim sayısı 2 olan Türkiye bu göstergede ise birçok bütün OECD ülkelerinin gerisinde kaldı (OECD ortalaması 3,6). Bu asimetri, tıp mesleğinin içsel iş bölümünde hem kıdem hem branş bakımından eşitsiz gelişen iş yükü dağılımıyla da derinleşiyor. Salgın bu anlamda hekimlerin meslekleriyle olan yorucu ilişkisini hızlandırdı ve salgının ilk dönemindeki kolektif vazife hissi zamanla rutinleştikçe, öteden beri ağırlaşan bir yük olarak hissettiği mesleğiyle ilişkisini gözden geçirme eğilimi hekimler arasında yaygınlaştı (Altınışık Ergur vd., 2021).
Salgın sürecinde hekimlik mesleğinde öne çıkan üçüncü gelişme, 2021 sonlarında yaşanan sendikalaşma oldu. Esasen hekimlerin üye olduğu sendikalar öteden beri vardı ancak güncel dönemde üç sendika; Hekim-Sen, Tabip-Sen ve Hekim Birliği hızlı artan üye sayısı ve kamusal görünürlük açısından öne çıktı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın sendika verilerine göre bu üç sendikanın toplam üye sayısı 30 bini geçmiş durumda. Bu da mevcut 160 bini aşkın hekim içinde anlamlı bir orana tekabül ediyor. Üç sendika salgın döneminde hekimlerin maaş seviyesi, şiddet olayları, çalışma şartları başta olmak üzere meslek sorunlarına dair ortak eylem ve söylemler geliştirdi; bilhassa 2022’nin Ocak ayından itibaren iş bırakma eylemleri düzenledi. Bu üç sendikanın bir diğer özelliği ise bilhassa ideolojik tarafı mesleği gölgede bırakan Türk Tabipler Birliği gibi daha yerleşik oluşumlara mesafeli tavırları ve meslek sorunlarını merkeze almalarıydı. Bu da meslek mensuplarının siyasi aktör rolüne bürünmeyi bırakıp kendi mesleki şartlarını gündemine alması bakımından önemli. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bu süreçte hem sağlıkta şiddet hem maaş konularında birçok açıklama ve reform vaadinde bulundu; ilgili ve aktif bir görüntü verdi. Nitekim Mayıs-Eylül arasında yapılan kanun düzenlemeleriyle sağlık çalışanlarına yönelik şiddet eylemleri tutuklu yargılanma gerekçesi sayılarak katalog suçlar arasına alındı; tıbbi hata (malpraktis) nedeniyle açılan davalarda kasıt olmadığı takdirde tazminatı devletin üstlenmesine karar verildi ve son olarak hekim maaşları sabit ek ödeme yoluyla iyileştirildi.
Bütün bunlar salgının, tıp mesleğinde öteden beri yaşanan ücretlileşme dinamiğiyle biriken sorunlar için katalizör olduğunu; bir anlamda sorunları aşikar kılıp tartışmaya açık hale getirdiğini gösteriyor. Hekimlerin mesleki sorun ve taleplerini sendikal mücadele yoluyla kamusallaştırması, mesleğin öteden beri yerleşik olan kamusal otorite ve statüsünün artık işlemediğinin işareti. Hükümetin düzenlemeleri bilhassa maaş konusunda mesleğin aşınan toplumsal konumuna kısa vadede tampon yapmış görünüyor. Ancak sağlık hizmeti talebiyle kapasite arasındaki asimetri, sağlık hizmeti alanların beklenti ve ifade şemalarıyla sağlık meslekleri mensuplarının yerleşik eylem şemaları arasında, ayrıca sağlık hizmetlerinde bilhassa acil servisin kullanımı söz konusu olduğunda verimsizlik ve maliyet gibi meseleler çözülmüş değil. Bu bağlamda salgının hekimlik mesleğinin içsel yapılarını ve çelişkilerini belki ilk defa bu kadar görünür ve tartışılır kılmasını, meslek-toplum ilişkisini daha şeffaf, katılımcı ve ortak fayda temelinde düşünmek için fırsat olarak görmek gerekiyor. Buna mesleğin geçmişinde köklenen kapalılık, hiyerarşi ve imtiyaz odaklı mesleki yatkınlıkların ne kadar elvereceği ise şüpheli. Eve kapanmaların bittiği günümüzde mesleklerin yapı ve işleyişlerine dair kamusal tartışma ortamının hem mesleğin kendisi hem sağlık temelli refahın topluma yayılması adına tekrar kapanmaması şart.


Sonuç: Dönüşüm Hızlanıyor

Salgınla birlikte çalışma hayatının dönüşümü hem hızlandı hem de kriz içinde olan sivri tarafları açığa çıktı. İşsizlik ve istihdam meselesi bilhassa eğitimli genç kuşaklar söz konusu olduğunda alarm veriyor. Bu açıkça, diplomanın toplumsal değerinin aşınmasının, diploma sahibi sayısının çok olmasından kaynaklanmadığını, iş ve istihdam piyasalarının diplomalı genç nüfusu çekecek sayıda ve nitelikte konum üretmemesinden kaynaklandığını gösteriyor. Salgınla birlikte hem iş bulmaya hem eğitim almaya dair inanç ve hevesler toplum genelinde zayıfladıysa bu, salgının aslında yapısal bir durumu hızlandırmasından başka bir şey değil.
Meslekler arasında itibar farkları ve simgesel hiyerarşi toplumda bir çırpıda değişecek bir şey değildir. Mesleklerin itibarı ve konumu uzun tarihsel süreçlerde köklendiği oranda uzun vadeli bir değişim gerektirir. Ancak salgın gibi akut bir toplumsal kriz ortamında mesleklerin birbirlerinden farkları çıplak ve keskin şekilde açığa çıkar. Kapanma boyunca toplumsal hayatı ayakta tutan mesleklerin “kirli iş” olarak görülen, “vasıfsız” olarak tanımlanan, asgari ücretle çalışılan işler olduğunu gördük. Ancak bu mesleklere ve iş kollarına yönelik çalışma şartlarından ücret seviyesine önemli bir reform veya politika düşünülmedi. Bilakis, emeğin GSYH payı giderek azaldığı gibi mevcut ekonomik gidişat emek-yoğun sektörlerde çalışanların kazançlarının zayıflamasını beraberinde getiriyor.
Buna karşılık üst düzey profesyonel meslekler de yoğun bir sınanma içinde. Sadece hekimlik değil, avukatlık, mühendislik, akademisyenlik gibi işler de ücret kaybı, statü kaybı ve kimlik aşınması süreçlerinin içinden geçiyor. Bu mesleklerin demografik profili çeşitlendikçe ve aslında geniş halk kitlelerinden yeni kuşaklar bu mesleklere daha baskın şekilde girdikçe ironik olarak mesleğin geleneksel avantajları da işverenler ve yöneticiler lehine değişiyor. Nitekim hekimlik salgın boyunca hem çok değer gören hem de çalışma şartları bakımından içinde bulunduğu zorluklara karşı kolektif tepki geliştiren bir meslek oldu.
Nihayetinde Türkiye artık sadece işsizliği nasıl azaltacağını değil, istihdam ve meslek piyasalarını yükselen eğitim sermayesine uygun hale nasıl getireceğini de bulmak zorunda. Ücretli emeğin değerine dair temel bir tartışmanın yanı sıra artık eğitimli emeğin; üst düzey mesleklerin toplumdaki yerinin ne olacağını da yeniden düşünmek zorundayız. Emeğin, zanaatın, uzmanlığın ve mesleki hünerin kamusal faydasını ve toplumsal getirilerini adalet ve hakkaniyet temelinde yeniden tanımlama vazifesi, salgının siyaset yapıcılara, sermaye sahiplerine ve araştırmacılara hatırlattığı temel vazifelerden biri.