UZMAN VE PAYDAŞ GÖRÜŞLERİ
İsmail Güleç
Prof. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da milletin bozduğu büyük bir oyun oynandı. Devlet, kendini koruma refleksiyle birtakım kararlar aldı. FETÖ’nün her yere sızması, sayılarının tam olarak bilinmemesi ve aynı kalkışmanın tekrar yaşanmaması için kimi yasalar çıkarıldı.
29 Ekim 2016 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan 676 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin (KHK) 85. Maddesi ile 2547’nin 13. Maddesinin a fıkrası değiştirildi:
“Devlet üniversitelerinde rektör Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek, profesör olarak en az üç yıl görev yapmış üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Bir aylık sürede önerilenlerden birisinin atanmaması ve Yükseköğretim Kurulu tarafından, iki hafta içinde yeni adaylar gösterilmemesi halinde Cumhurbaşkanınca doğrudan atama yapılır.
Kanunun değişmeden önceki hali ise şöyle idi:
Devlet Üniversitelerinde rektör, profesör akademik unvanına sahip kişiler arasından görevdeki rektörün çağrısı ile toplanacak üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilecek adaylar arasından Cumhurbaşkanınca atanır.
Rektör adayı seçimleri gizli oyla yapılır. Oy veren her öğretim üyesi oy pusulasına yalnız bir isim yazabilir. Birinci toplantıda öğretim üyelerinin en az yarısının hazır bulunması şarttır. Bu sağlanamadığı takdirde toplantı 48 saat ertelenir ve nisap aranmaksızın seçime geçilir. Bu toplantıda en çok oy alan 6 kişi aday olarak seçilmiş sayılır, bunlardan Yükseköğretim Kurulunun seçeceği üç kişi atanmak üzere Cumhurbaşkanına sunulur.
Değişiklik yapan kanun yayımladığında üniversiteler pek tepki göstermedi. Bunun iki nedeni vardı; ilki ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü durum, diğeri ise rektör seçimleri esnasında üniversitelerde yaşanan tatsız olaylar, rekabetin getirdiği kırgınlıklar ve araştırma ve eğitim ile geçirilmesi gereken vaktin rektör seçme kavgası ile geçirilmesi idi. O zaman üniversitelerde yuvalanmış kimi grupların hakimiyetlerinin kırılacak olması da bir diğer neden olarak söylenebilir.
İlk çıktığında akademinin kahir ekseriyetinin de desteklediği ve savunduğu bu kanun, beş yıldan beri uygulanıyor. Bu beş yıl içinde bir kısmına şahit olduğum bir kısmını ise duyduğum birçok olay yaşandı ve meselenin üniversiteler için hâlâ bir sorun olarak devam ettiği görülmektedir.
Üniversite hocaların yok sayıldığı ve görüşlerinin hiç dikkate alınmadığı bu sistem ile daha fazla yürümenin üniversitelere pek katkısı olmayacak gibi görünüyor ve kanunun yeniden gözden geçirilmesi vaktinin geldiğini düşünüyorum.
Mevcut rektör atama sisteminden sonra işleyiş ve yapı, ideal bir üniversitede olması gereken durumdan uzaklaşmaya başladı. Öğretim üyelerini dikkate almayan, görüşlerine başvurmayan, siyasilere ve kimi STK yöneticilerinin çat kapı ziyaret ettikleri rektörlerin kendi öğretim üyelerine aylarca randevu vermemesi, atamalarda üniversite içi dinamikler yerine başka dengeler gözetmesi ve öncelik vermesi öğretim üyelerini tedirgin ettiği gibi başka arayışlara sürüklemeye başladı.
Hak ettiklerini düşündükleri kadrolara atanmak isteyen öğretim üyeleri, Atama ve Yükseltme Ölçütleri’ne bakmak yerine sosyal sermayelerini ve ilişkilerini kovalamaya başladı. Genç öğretim üyelerinin ümidini ve şevkini kıran bu uygulama üniversitelerin geleceğini tehdit eden tehlikelerin en büyüklerinden biri.
Bir tarafta üniversitenin imkânlarının, hocaların zamanlarının ve enerjilerinin israf edildiği yıkıcı ve yıpratıcı bir süreç. Diğer tarafta da öğretim üyelerinin ikinci plana atıldığı ve değersizleştirildiği, üniversite öğretim üyeleri tarafından benimsenmeyen, tanınmamış, bilinmemiş, seçim olsa üç oy alamayacak rektörlerin atanmasına imkân sağlayan mevcut durum.
Üniversitelerimizi daha fazla yıpratmadan her iki durumun da olumsuz etkilerini giderecek yeni bir usul arama zamanı geldi, hatta geçiyor.