ANALİZ

Doğu Akdeniz’deki Paylaşım Mücadelesi

Deniz Baran

İstanbul Üniversitesi

Günümüzden henüz bir asır öncesine kadar insanoğlu için deniz alanları; ticari veya ulaşım amaçlı seyrüsefer, denizdeki bazı kaynakların çıkarılması ve deniz yatağına kablo döşenmesinden fazla bir anlam ifade etmezken, 20. yüzyılın ortalarında ilk açık deniz sondaj platformlarının başarıyla faaliyete geçmesiyle geniş deniz yatakları, uğruna en sert politik mücadeleleri vermeyi göze alacak bir değer hâline gelmiştir. Zira bu teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişmesi, insanoğlunun daha önce erişmeyi hayal dâhi etmediği derin deniz yataklarının toplumların refah seviyelerini değiştirme kapasitesine sahip önemli kaynaklar olarak kullanabilmesi imkânını ortaya çıkarmıştır. Dünyadaki birçok deniz alanı, hızla artan bu talepten nasibini alırken Türkiye ile birlikte birçok devletin kıyıdaş olduğu Doğu Akdeniz havzası özellikle 21. yüzyılın başından bu yana çok taraflı deniz yetki alanlarının paylaşımı rekabetine sahne olmaktadır.

Doğu Akdeniz’de Türkiye, Yunanistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) karşılıklı hak iddiaları 2000’li yılların başından beri gündemde olmuş ve son on yılda hızla bölgenin ana meselelerinden biri hâline gelmiştir. Öyle ki bu uyuşmazlığın yansımaları Mısır, Filistin, İsraill, Lübnan ve Suriye gibi diğer bölgesel aktörleri doğrudan etkilemekte, ayrıca Rusya, Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi küresel aktörlerin politik çıkarlarını ilgilendirmektedir. Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının paylaşımı sorununu su yüzüne çıkaran gelişme, 2000’lerden sonra Doğu Akdeniz’de keşfedilen dört önemli hidrokarbon yatağıdır. Her ne kadar bu hidrokarbon yatakları üzerinde ciddi uyuşmazlıklar olmasa da söz konusu yatakların bu havzadaki başkaca hidrokarbon sahalarının olası mevcudiyetine yönelik bir işaret sayılması, kıyıdaş devletler için azami miktarda deniz yetki alanına sahip olabilmeyi bir öncelik hâline getirmiştir.  

GKRY 2003’ten itibaren Mısır, Lübnan ve Israil ile deniz yetki alanı sınırlandırma antlaşmaları imzalamıştır. Bu antlaşmalardan Lübnan ile olanı hariç diğerleri bugün yürürlüktedir. Türkiye bu antlaşmalara hem kendi haklarını hem de KKTC’nin haklarını korumak saikiyle itiraz ederek bunları geçersiz addetmiştir. Zira Türkiye henüz herhangi bir münhasır ekonomik bölge ilanında bulunmamış olsa da kara topraklarının doğal uzantısı sayılan, kendiliğinden (ipso facto) ve en baştan itibaren (ab initio) kıyı devletine bazı haklar doğuran ve dolayısıyla ilan edilmesi gerekmeyen kıta sahanlığının varlığı sayesinde Doğu Akdeniz havzasında münhasıran hak sahibi olduğu geniş bir alana sahip olmalıdır. 

Türkiye’nin kıta sahanlığını ihlal edecek biçimde bir sınırlandırma yaptığı iddiasının yanı sıra KKTC’nin Kıbrıs Adası’nın doğal kaynaklarının paylaşımı noktasında yok sayılması da Türkiye tarafından kabul edilemeyecek bir durumdur. Zira Kıbrıslı Türklerin de Ada açıklarındaki doğal kaynaklar üzerinde GKRY ile aynı şekilde devredilemez ve doğal hakları mevcut olup  iki tarafın ortak rızasıyla bir ortak yönetim tesis edilene kadar GKRY, Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında tüm adayı temsil etme hakkına sahip olmayacaktır. Nitekim Türkiye de KKTC’yi kendi deniz yetki alanları üzerinde egemen hakları olan, bağımsız bir devlet olarak tanımış ve buna göre adımlar atarak hem kendisinin hem de KKTC’nin haklarını korumaya gayret etmiştir. Eylül 2011’de GKRY’nin attığı adımlara karşı politik dengeyi sağlamak için KKTC ile yakın işbirliğine girilmesi ve Kıbrıs Adası’nın kuzey kıyıları ile Türkiye’nin güney kıyıları arasında kalan karşılıklı kıta sahanlığı alanlarının sınırını belirleyen bir Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması’nın imzalanması bu bağlamda atılan en somut adımdır. Esasında, hidrokarbon yataklarının keşfiyle alevlenen Doğu Akdeniz meselesinin, Kıbrıs Adası’nın statüsüne dair Yunanistan ve GKRY ile ortak bir anlaşmaya varılamamasından doğan tarihî “Kıbrıs sorununu” yeniden canlandırdığını tespit etmek isabetsiz olmayacaktır.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz meselesinde uluslararası hukuk çerçevesinde attığı bir diğer önemli adım 27 Kasım 2019 tarihinde Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti (UMH) ile imzalanan ve Türkiye ile Libya’nın Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları arasındaki sınırı belirleyen Mutabakat Muhtırası’dır. Teknik olarak tarafları bağlayıcı bir uluslararası antlaşma olan bu Mutabakat, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını aktif bir şekilde koruması bakımından son derece kayda değerdir. İki taraf, Yunanistan’a ait olan Girit Adasının yakınından geçen, yaklaşık 30 km uzunluğunda bir sınırda mutabık kalmıştır. Böylece, Türkiye ve Libya, Yunanistan’ın bölgedeki Yunan adaları kaynaklı oldukça geniş kapsamlı ve tartışmalı deniz yetki alanı iddialarını tanımadığını göstermiş, ayrıca Yunanistan ile GKRY arasında yer alan deniz alanında kendi yetki iddialarıyla çakışan iddiaları açıkça yok saymıştır. 

Öte yandan, Doğu Akdeniz’deki diğer aktörler de bu süreçte önemli adımlar atmıştır. Bunlar arasında belki de en kayda değer olanı, Yunanistan’ın Mısır ile uzun yıllardır yapmak için uğraştığı karşılıklı deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmasını nihayet akdetmiş olmasıdır. 7 Ağustos 2020 tarihinde imzalanan antlaşma, adından da anlaşılacağı üzere, Yunanistan ve Mısır’ın karşılıklı deniz yetki alanları (kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge) arasındaki sınırı belirlemektedir. Ancak Yunanistan ile Mısır arasındaki deniz yetki alanları sınırının 26. ve 28. meridyen arasında kalacak şekilde belirlendiği dikkat çekmektedir. Bunun anlamı, söz konusu sınırın Meis ile Mısır’ın karşılıklı kıyılarının bulunduğu alana uzanmamasıdır. Tarafların Türkiye kıyılarına oldukça yakın olan Meis’i Antlaşma’ya dâhil ederek Antlaşma’nın meşruiyetini iyice tartışmalı hâle getirmemek ve Türkiye’den gelebilecek çok sert bir tepkinin önüne geçmeyi hedeflediği düşünülebilecektir. Nitekim Mısır’ın geleneksel olarak Yunanistan ve Türkiye arasındaki ihtilafa doğrudan dâhil olacak bir hamle yapmaktan kaçınan tutumu göz önüne alınırsa, söz konusu antlaşmayı imzalaması zaten kendi geleneksel dış politikası açısından son derece cüretkâr bir adımdır. Elbette, Mısır’ın böyle bir hamle yapması Türkiye açısından kayıp addedilebilecek bir durumdur. Yine de Meis’in sınırlama kapsamı dışında bırakılması önemlidir, zira Yunanistan böyle bir tercih yaparak kurulacak olası bir müzakere masasında Türkiye kıyılarına oldukça yakın Meis gibi adalara yönelik tavizlere hazır olduğunun mesajını vermiş olabileceği gibi, Mısır da Türkiye’nin, tabir caizse, “sinir uçlarına” dokunmaktan imtina etmiştir. Mayıs 2021’in başında ve sonunda sırasıyla Mısır ve Yunanistan Dışişleri heyetleri ile Türkiye Dışişleri heyetleri arasında yapılan doğrudan diplomatik görüşmeleri mümkün kılan hususlardan birinin, bu dikkatli tavır olduğu söylenebilecektir. 

Günümüz uluslararası hukuku çerçevesinde deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin kuralların birincil kaynakları uluslararası teamül hukuku, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) ve başkaca ilgili uluslararası antlaşmalar olsa da tüm bu kaynakların Doğu Akdeniz (yahut Ege) gibi çetrefilli ve kendine özgü coğrafi özelliklere sahip deniz alanlarında sınırlandırmayı belirgin bir şekilde mümkün kılacak kurallar ihtiva ettiğini söylemek mümkün değildir. Nitekim Türkiye’nin BMDHS’ye taraf olmaması durumu daha da karmaşık bir hâle getirmektedir. Bu sebeple, deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına dair uyuşmazlığa düşmüş olan devletlerin uluslararası mahkemelere ve hâkemlik mekanizmalarına taşıdıkları davalarda verilmiş olan kararlardan oluşan geniş uluslararası içtihat hukuku dikkate alınmalıdır. Her ne kadar her bir içtihad sadece ele aldığı vakanın tarafları için bağlayıcı olsa da kendine özgü özelliklere sahip Kızıldeniz’den Karayipler’e, Baltık Denizi’nden İskandinavya’ya kadar birçok farklı coğrafyada yapılan sınırlandırmalarda ortaya konan ilkeler Doğu Akdeniz uyuşmazlığı için de yol gösterici olacaktır. Hem 1982 tarihli BMDHS hem de 1958 tarihli Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nde yer alan ve MEB ve/veya kıta sahanlığı alanlarının sınırlarının “hakça bir çözüme” ulaşacak şekilde çizilmesi gerektiği ilkesinin tüm bu içtihatlardaki uygulanış biçimlerini görmek, sorunu çözmek isteyen aktörlere ilham verecektir. Zira artık deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda bir uluslararası teamül hukuku kuralı olduğu kabul edilen hakça çözüm ilkesinin çerçevesini oluşturan ölçütler, kesin bir listesi yapılabilecek olan belirli sayıda ölçütler olmayıp her bir vakanın kendine özgü şartlarının dikkate alınmasıyla belirlenebilmektedir.

Sonuç olarak, kıyıdaş devletlerin Doğu Akdeniz’deki gerilimi yatıştırması, havzadaki zengin doğal kaynaklardan ortak bir şekilde ve barışçıl bir ortamda faydalanması ve Doğu Akdeniz meselesinin her biri politik açıdan derin istikrarsızlıklar yaşayan havzadaki devletler için yeni bir sıcak çatışma sebebine dönüşmemesi; tüm taraflar için en ideal çözümdür. Bu sebeple, bölgesel işbirliğine ve uluslararası hukuk kural ve ilkeleriyle uyumlu bir çözüm planına yol açacak şekilde yapıcı bir diyaloğa hâlâ ihtiyaç duyulmaktadır. Mevcut uyuşmazlıkları çözmek için her devletin hakça çözüm çerçevesinde razı olacağı bir genel uzlaşmaya varması temel hedef olmalıdır. Hatta herhangi bir kalıcı uzlaşmaya varana kadar uygulamada bazı kolaylıklar sağlayacak geçici çözüm mekanizmalarının kurulması da mümkündür. Ortak geliştirme ve işletme formülü bu mekanizmalardan biridir.