DEVLET TOPLUM İLİŞKİLERİ BAKIMINDAN SON ON YILDA SİVİL TOPLUM

Sivil toplum kavramı devlet ile toplum arasındaki ilişkiyi kapsayan bir kavramdır. Sivil toplumun normatif tanımlarının ötesinde en önemli niteliği siyasal otoritenin dengelenmesi ve kontrol edilmesidir. Modern demokratik siyasal sistemde sivil topluma hükümeti denetleme ve kamusal uygulamalar hakkında bir farkındalık oluşturma vazifesi biçilmektedir. Bu anlamda bir sistemin demokratik işleyişinin en önemli göstergelerinden birisi düşünce, ifade ve toplanma özgürlüğü olarak görülmektedir. Bu haklar ve özgürlükler sivil toplumun varlığı ve iyi bir şekilde işleyişi ile mümkündür.



Sivil kavramı bir taraftan kamusal davranış ve nezakete atıfta bulunurken öte taraftan da şehre ve uygarlığa dair bir anlam içermektedir. Sivil kavramı normatif bir biçimde tanımlandığında medeni olmakla özdeş bir şekilde anlaşılmaktadır. Kavramın bu şekildeki kullanımı kamusal alanın bireylerin katılımını güvenceye alacak şekilde dizayn edilmesi yönelimini de bünyesinde barındırır. Bu anlamda sivil kavramı sıklıkla medeniyetle ilişkili olarak kullanılmıştır.


İnsanlığın sosyal gelişiminde üretimin sürdürülebilir ve verimli bir şekilde örgütlenmesi ve şehirlerin inşası özel bir önemi haizdir. İnsani ihtiyaçların giderilmesi için kolektif çalışma ve üretme; üretileni başkaları ile paylaşarak bir toplum inşa etme siyasal sistemlerin doğuşunu beraberinde getirmiştir. Siyasal sistemler ortaya çıktığı günden itibaren gücün dengelenebilmesi en önemli mesele olagelmiştir. Zira kamusal gücü elinde bulunduran iktidar sahipleri bunu şahsi olarak kullandıklarında çok büyük sorunlara ve dengesizliklere yol açabilirler. Bu anlamda tarih boyunca siyasal sistemde güç ve meşruiyet arasında denge oluşturmak esas arayışı teşkil etmiştir. Meşru güç tekeli olarak tanımlanan modern ulus devlet kendisinden önceki siyasal otoritelerden farklı olarak modern tekniklerin sağladığı imkanlarla organize olma kapasitesinin yükselmesi neticesinde daha geniş çaplı bir gücü daha merkeziyetçi bir şekilde elinde bulundurmaktadır. Ancak modern toplum içinde sosyal hareketlilik ve katılım imkanlarının artması bu merkeziyetçi gücü dengelemek üzere sivil bir kamusal alanın ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Sonuçta gelinen noktada devletin gücünün dengelenmesi ve denetlenmesi gibi bir mesele söz konusudur.


Bütün siyasal sistemler güç ve meşruiyet arasındaki işlevsel bir denge üzerinde varlıklarını kurarlar. Gücün kaynakları ve meşruiyetin oluşturulma biçimi devlet ile toplum arasındaki ilişkileri de tayin eder. Bu bağlamda toplumsal ihtiyaçların biçimi ve düzeyi ile bu ihtiyaçları gidermek üzere fayda temini ve dağıtımı önemli iki unsurdur. Bu da bizi sosyal ve ekonomik düzenin tesisine götürür. 


Örneğin bir göçebe toplumda gücün kaynağı toplumun en hızlı ve etkili bir şekilde sevk ve idare edilmesidir. Toplumsal ihtiyaçlar topluluğun mekânsal hareketliliği vasıtasıyla giderildiği için bunu sağlayacak bir siyasi ve sosyal organizasyon oluşturulabilmesi meşruiyetin kaynağını ve gücün dayanağını oluşturur. Bu tür bir yapıda topluluğun üyelerinin doğrudan katılımı önemlidir. Yerleşik bir tarım toplumunda temel toplumsal ihtiyaçların giderilmesi için tarımsal üretimin, genişleyen ve çeşitlenen sosyal ve siyasal yapının sürdürülebilmesi için farklı bir organizasyon ortaya çıkar. Bu toplumda gücün kaynağı siyasal sistemin güç ve meşruiyet kaynağı sosyal düzenin devamından gelir. Siyasal katılım artık doğrudan olmaktan çıkar grup temelli olmaya başlar. Bu toplumlar zümre temelli bir siyasal görünüm kazanırlar. Göçebe toplumlardaki patriarşinin yerine onun değişmiş biçimi olan monarşi gelir. Siyasal organizasyon ile toplumsal organizasyon iki farklı düzey olmaya başlar. Bu yapıda sivil toplumun rolü sosyal organizasyonun sürdürülmesi ve zümreler temelinde siyasal katılımın sağlanmasıdır. Modern endüstriyel toplumlarda ise şehirleşmenin genişlemesi, hızlanan iktisadi ve ticari aktiviteler, genişleyen bilgi, iletişim ve erişim imkanları yeni bir siyasal sistemi zorunlu kılmaktadır. Bu yeni sistemde siyasal sistem sosyal alanı da kontrol edecek şekilde genişlemiştir. Weber’in bahsettiği gibi bu sistem, merkezi bir güç tekelini beraberinde getirir. Bireylerin kamusal alana erişimlerinin ve hareketliliklerinin artması ile birlikte artık zümre temelli dolaylı katılımın yerine bireylerin doğrudan katılımı gelmektedir. Bu anlamda temsili demokrasi kadar bireylerin örgütlenerek hak ve özgürlüklerini savunmaları modern siyasal modelin işleyişi için önemli bir unsur olur. Her biriminde ileri düzeyde örgütlü bir toplumsal yapının siyasal modelinin işleyişi için bireylerin ilgi ve çıkarlarına göre örgütlenmiş olmaları gerekmektedir. Bu doğrultuda modern toplumun örgütlü bir toplum olduğunu görülmektedir. Merkezileşmiş gücün meşruiyeti, artırılmış siyasal ve sosyal katılımla sağlanmaktadır. Günümüzde bu toplumsal yapının ileri bir aşaması olan bilgi toplumu içinde yaşamaktayız. Bilgi toplumunda bir taraftan gelişen teknik ve bilişimsel imkanlarla devletin sosyal yaşam alan üzerindeki gücü ve kontrolü genişlerken, örgütlenme ve katılım düzeyi ileri bir aşamaya taşınmıştır. Bugün sivil toplumun kamusal alana katılımı ve müdahalesi artık sosyal meselelerin çözümü için vazgeçilmez bir şeydir. 


Yukarıdaki paragrafta çok genel olarak özetlenen gelişim seyrinde bir toplumsal modelin işleyişi için şu unsurların merkezi olduğu görülmektedir:


1. Toplumsal ihtiyaçların giderilmesi için iktisadi ve sosyal faydaların üretimi ve dağıtımı.

2. Bu üretim ve dağıtım mekanizması içinde siyasal gücün oluşumu ve örgütlenme biçiminin teşekkülü.

3. Gücün tatbikinin amacı ve biçimine göre sosyal örgütlenme ve katılım ile elde edilen meşruiyetin oluşumu.

4. Siyasal yapının elindeki gücün düzeyi arttıkça toplumsal katılımın da artması ihtiyacı.


Türkiye’de Sivil Toplumun Genişlemesi


Türkiye’de bir sivil toplumun olup olmadığı, Türkiye’nin sosyo-tarihsel yapısının bir sivil toplumun ortaya çıkışına zemin ya da engel oluşturup oluşturmadığı hep tartışılagelmiştir. Bugüne kadarki araştırma ve tartışmalarda genel olarak tarihsel açıdan Batılı manada bir devlet ve sivil toplumun ortaya çıkmadığı gibi bir kanaat egemendir. Ayrıca bu tür bir devlet ve sivil toplum yapısının modernleşme döneminde de ortaya çıkmadığı belirtilmektedir. Böylece aslında Türkiye’de bir sivil toplumun yeterince oluşmadığı söylemi egemendir. Ancak bir başka çalışmamızda da dile getirdiğimiz gibi bu yaklaşım ve değerlendirmeler sivil topluma biçimsel yaklaşmaktan kaynaklanmaktadır. Sivil topluma işlevsel bir açıdan baktığımızda aslında mesele başka bir görünüm kazanacaktır.


Sivil toplumun işlevleri açısından bakıldığında Osmanlı toplumunda dönemin ihtiyaçlarına ve sosyal düzenine göre çeşitli “sivil unsurların” var olduğunu görebiliriz. Bu anlamda özellikle vakıf, medrese ve lonca sisteminin rolüne vurgu yapılmalıdır. Bu üç unsur refahın dağıtımı, sosyal konumların dağıtımı ve mesleki bilginin dağıtımında devlet dışı bir alan oluşturarak siyasal gücü dengelemektedir. Ayrıca bu müesseseler toplumsal alanın işler kalmasını ve ihtiyaçların merkezi bir idare olmaksızın giderilebilmesini sağlamaktadır. Böylece bu kurumların sivil toplumun bir siyasal sistem içinde oynaması gereken rolleri oynadıkları görülmektedir. Ancak modernleşme sürecinde devletin merkezileşmesi ile birlikte gittikçe bu sivil yapılar zayıflamıştır. Bu süreçte ortaya çıkması beklenen yeni kamusal kurumların da oluşumu yavaş işlediği için gittikçe bürokratik bir merkeziyetçilik siyasal modelin temel belirleyicisi olmuştur. Bu süreçte devlet bir taraftan gücü elinde toplarken buna mukabil meşrulaştırma aygıtlarını tamamlayamamıştır. Zira uzunca bir süre sistemin meşruiyet kaynağını oluşturan adem-i merkezi yönetim tarzı terkedilmiş ve meşruiyetin fikri kaynağı olan dini düşünceden uzaklaşılmıştır. Sivil toplumun oluşumu geciktikçe devlet ile toplum arasındaki münasebetler çeşitli gerilimlerle çatışmalı bir hal almıştır.


Türkiye’de modernleşme ile birlikte en başından beri bir kamusal alanın oluşumuna tanıklık edilmektedir. Artan şehirleşme düzeyi, genişleyen eğitim, hızlanan iktisadi münasebetler, çeşitlenen sosyal ilişkiler merkezileşen siyasal gücün dengelenmesi için bir taraftan yoğun bir siyasal rekabet ve katılım üretirken diğer taraftan da genişleyen bir sivil toplum alanı meydana çıkarmaktadır. Ancak yakın tarihimizde sık sık gördüğümüz askeri ve bürokratik vesayet ve müdahale girişimleri siyasal alanı toplumsal katılıma kapatma ve toplumsal hareketliliği azaltmaya yönelik anakronik arzuları yansıtmaktadır. Bilgiye erişimin artması ve sosyal hareketlerin çeşitlenmesi ile birlikte düşündüğümüzde burada oluşan çelişkilerin sosyal gerilim-ler meydana çıkardığı görülmektedir. 


1980 askeri darbesi, 1960-1980 arasında artan şehirleşme, genişleyen eğitim, sanayileşme ve siyasal katılıma bağlı olarak oluşan sivil toplumu büyük oranda bastırmış ve yok etmiştir. Bu tarihten itibaren yeniden şekillenen sivil toplumun bir kesimi 28 Şubat post-modern darbesi tarafından bastırılmıştır. Ancak 1999’daki deprem ve akabinde yaşanan ekonomik kriz sivil toplumun çeşitlenen ve gelişen yapısını görmek açısından bir imkan alanı oluşturmuştur. 2000’li yıllar demokratikleşme yönünde yasalarda yapılan iyileştirmeler ile Türkiye’de tam bir sivil toplum gelişim rüzgârı meydana gelmiştir. Bu raporun birinci bölümünde yer alan sayısal göstergelerde de görülebileceği üzere sivil toplum kuruluşları sayısal olarak ve nitelik bakımından çok büyük bir gelişim göstermişlerdir. 2010’lardan itibaren bir taraftan bu gelişim devam ederken diğer taraftan da farklı eğilimlerin kendisini gösterdiği görülmektedir. 2000’lerin ilk on yılı sivil toplum açısından nasıl bir genişleme ve rahatlama dönemi olduysa 2010’lu yıllar da bir çalkantı ve gerilim zamanı olagelmiştir. Aşağıda bu on yıllık dönem dört ana etken ve dönüm noktası çerçevesinde ele alınmıştır.


2010 Anayasa Değişikliği ve Sivil Toplumun Değişen Yüzü


Türkiye’de 1982 Anayasası’nın özgür bir ortamda ve katılımcı bir şekilde yapılmaması, devleti toplum üzerinde bir kontrol aygıtı olarak kurgulaması; siyasal alanı ve katılımı sınırlandırıcı hükümler içermesi nedeniyle başlangıcından beri tartışılagelmiştir. Bir darbe ortamında anayasayı hazırlayan bürokratik zihniyetin yasakçı ve otoriter bakışı değişen ve gelişen bir Türkiye’ye dar gelmeye başlamıştır. Bu anayasanın bir anarşi ortamının sonlandırılması psikolojisi ile toplumdaki farklı eğilim ve talepleri kısıtlayıcı bir bakışı vardır. Ancak bu bakış çözüm üretmek yerine toplumsal, siyasal ve ekonomik krizlere neden olmuş ve bütün toplum kesimleri tarafından eleştirilmiştir. Türkiye’de 1990’lardan itibaren sürekli anayasa tartışmaları vardır ancak bu tartışmalar ufak tadilatlarla neticelenmiştir.


Türkiye’de 2000’li yıllarda iktisadi, siyasi ve sosyal açıdan büyük bir değişim yaşanmıştır. Bu değişimi tamamlayacak şekilde demokratikleşmeye yönelik adımlar ve yasal sistemde sivil toplumun alanını genişletecek çok sayıda yenilik getirilmiştir. Ancak 2007’de yaşanan Cumhurbaşkanlığı seçim krizi sistemin ana bileşenlerinin hala halk katılımına ve demokratik işleyişe uygun olmadığını göstermiştir. Belki de Türkiye’de uzun vadede en büyük kırılma 2007’de sistem içinde bazı kurumların yetki ve sorumluluklarını aşarak cumhurbaşkanlığı seçimini sabote etmesi olmuştur. Bu krizi aşmak üzere 2008’den itibaren “sivil anayasa” girişimleri ortaya çıkmıştır. Ancak 1987’den itibaren yapılan değişikliklerle bütünlüğünü kaybeden anayasanın tamamen değiştirilmesine yönelik bu girişimler başarılı olmamış ve 12 Eylül 2010 tarihinde halk oylaması sonucu kabul edilen kapsamlı bir değişiklikle yetinilmiştir. Bu anlamda 2010 yılındaki değişikliğin toplumsal talep ve ihtiyaçları tatmin etmediği söylenebilir. Ancak özellikle devlet toplum münasebetlerinin rahatlaması ve sivil katılımı artırması açısından önemli bir etkisi olduğu görülmektedir. Ayrıca zamanla bu anayasa değişikliklerinin devlet içinde örgütlenmiş bir grup tarafından aslında kötüye kullanıldığının görülmesi de 2010 değişikliklerine yönelik bakışı farklılaştırmıştır.


Belki de 2010 değişikliklerinin en önemli olanı yargının siyasal sistem üzerinde belirleyici bir güç olmasının dengelenmesi, siyasal alanın genişlemesi, sivil katılımın rahatlaması, bireysel hak ve özgürlük alanlarının nispi genişlemesi olmuştur.


Öncelikle Anayasa değişikliği ile yargı sistemi revize edilmiştir. Bunda 411 milletvekilinin kabulü ile gerçekleşen bir önceki anayasa değişikliğinin Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından iptalinin etkili olduğu görülmektedir. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), AYM, Askeri Yargı’da önemli değişiklikler yapılmıştır. Kişisel verilerin korunması, AYM’ye bireysel başvuru hakkı, Kamu Denetçiliği Kurumu’nun kurulması, çocuk haklarının genişletilmesi, Yüksek Askeri Şura kararları üzerine yargı denetimi getirilmesi, parti kapatmanın zorlaştırılması gibi düzenlemeler bu anlamda sivil toplumun alanını genişleten değişiklikler olmuştur. Daha da önemlisi Cumhurbaşkanını halkın seçmesi ile birlikte bürokrasi karşısında siyasetin ve sivil toplumun alanı genişlemiştir.


2010 Anayasa Değişikliği sivil toplum ve bireysel özgürlükler açısından dört önemli değişikliği bünyesinde barındırmaktadır. Öncelikle anayasaya kişisel verilerin korunması hükmü eklenmiş, yurt dışına çıkma hürriyetine ilişkin sınırlamalar hakim kararına bağlı hale getirilerek daraltılmıştır. Ayrıca daha önce 2004’te yasal düzenleme ile tanınan bilgi edinme hakkı anayasal bir zemine kavuşturulmuştur. Daha da önemlisi Anayasa Mahkemesi’nin oluşumu ve görev alanı yeniden düzenlenirken hak ihlallerini denetleyen bir kurumsal yapıya büründürülerek bireysel başvuru hakkı geliştirilmiştir. Bu değişiklikler aslında Türkiye’de bireysel özgürlükler açısından 2000’lerin ilk on yılında yasal olarak gelişen zeminin daha da güçlendirilmesine ve sivil toplumun rahatlamasına yol açmıştır. 


Sivil toplum açısından anayasada yapılan bir başka önemli değişiklik de çalışanların kolektif sosyal haklarına ilişkindir. Bu anlamda 1995 yılında yapılan anayasa değişikliği ile getirilen kamu görevlilerine “toplu görüşme” hakkı yerine, “toplu sözleşme” hakkı tanınması önemlidir. Ancak bu sözleşme hakkı tam olarak verilmemiş, sınırlandırılmıştır. Zira toplu görüşmede uyuşmazlık çıkması halinde devreye girmesi gereken Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun oluşturulma biçimi aslında toplu sözleşme hakkının kullanılmasını sınırlandıran bir çerçeve oluşturmaktadır. Ayrıca kamu görevlilerine grev hakkının tanınmamış olması da yine sivil hak ve özgürlükler bakımından bir eksiklik olarak gözükmektedir. Ayrıca yine Anayasa’nın 166. maddesine eklenen fıkra ile anayasal bir mahiyet kazandırılan Ekonomik ve Sosyal Konsey’in oluşumu önemli olmakla birlikte yasayla yapılan düzenlenmede bu konseyin etkisiz bir yapıda oluşumu gözlenmiştir.


Öte yandan bu değişikliğin belki de en fazla dikkatten kaçan tarafı dezavantajlı gruplara yönelik pozitif ayrımcılığa bir zemin oluşturmasıdır. Anayasa’nın “kanun önünde eşitlik” ilkesini düzenleyen 10. maddenin “kadın-erkek eşitliği”ne ilişkin 2. Fıkrasına “bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” ifadesi eklenmiştir. Ayrıca bu maddeye eklenen “Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malül gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz” fıkrası da dezavantajlı gruplar lehine bir pozitif ayrımcılık yapmayı mümkün hale getirmiştir. 


Anayasa değişikliği ile Yüksek Askerî Şura (YAŞ) ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) kararları ile memurlara verilen uyarı ve kınama cezalarına ilişkin kararlar, kısmen de olsa yargısal denetime açılmıştır. 12 Eylül dönemi ve yönetimi üzerindeki yargısal denetim yasağı kaldırılmıştır. Ayrıca askeri mahkemelerin görev alanının daraltılması önemlidir. Askerî mahkemelerin asker olmayanları yargılaması sonlandırılmıştır. Özellikle anayasaya eklenen “Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar her halde adliye mahkemelerinde görülür” fıkrası Askeri yargının siyaset ve toplum üzerinde kendi başına müstakil bir denetim alanı olmasını engellemiştir. 


Bugün her ne kadar farklı tezahürleri açısından değerlendirilse de 27 maddelik anayasa değişikliği paketi için yapılan halk oylamasına %77,1 oranında bir katılım gerçekleşmiş ve teklif %57,9 oranında bir destekle kabul edilmiştir. 2010 anayasa değişikliği Türkiye’de siyaset üzerinde bir vesayet odağına dönmüş bulunan kurumları denetime açmış, bireysel ve siyasal haklar ve özgürlükler açısından da beklendiği kadar olmasa da olumlu değişimler getirmiştir. 


Ancak bu anayasa değişikliği beklentileri karşılamadığı için çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Akabinde yapılan seçimlerde en önemli vaatlerinden birisi yeni bir anayasa olmuştur. 2011’de başlayan yeni anayasa yapım sürecinde ise daha önceki anayasa yapım süreçlerinin aksine katılımcı bir seyir takip edileceği belirtilmiş ve bizzat TBMM Başkanı’nın girişimi ile halkın tüm kesimlerinin ve STK’ların yeni anayasanın oluşturulmasına görüşleriyle katkı sağlayabileceği katılımcı bir yapım süreci başlatılmıştır. Ekim 2011’de mecliste grubu bulunan dört siyasi partiden eşit sayıda (üçer) temsilcinin katılımıyla oluşturulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na danışmanlık yapmak üzere sivil toplumun farklı kesimlerinden bir danışma kurulu oluşturulmuştur. Böylece sivil toplumun katkılarının yansıması hedeflenmiştir. Halkın ve sivil toplum kuruluşlarının anayasaya dair görüş ve tekliflerini iletmesi için meclis başkanlığının girişimiyle TBMM internet sitesine “Yeni Anayasa” başlıklı bir sayfa açılmıştır. Bu sayfaya ve mail adresine 64.000’den fazla teklif ve öneri gelmiş ve çok sayıda sivil toplum kuruluşu kendi anayasa teklifini hazırlayarak kamuoyu ile paylaşmıştır. Ayrıca Anayasa Uzlaşma Komisyonu 79 kuruluşla birebir görüşmüş ve katkılarını almıştır. Türkiye tarihinde büyük bir katılımcılık örneği olan bu sürecin akamete uğraması ise büyük bir kayıp olsa da sivil toplumun artık bu tür süreçlere daha aktif ve örgütlü katılımı için de bir alan açmıştır.


Toplumsal Gerilimler ve Sivil Toplumun Farklılaşan Bölmeleri


Sivil toplum tanımı gereği yeknesak bir yapı değildir. Toplumdaki farklı görüş, eğilim ve bakışların yansıması ile birlikte sivil toplum bir farklılık ve çeşitlilik alanıdır. Doğal olarak birbiri ile çatışan çıkar ve talepler sivil toplumun farklı kesimlerinin oluşmasına yol açacaktır. Örneğin işçi haklarını savunan örgütlenmeler ile işveren haklarını savunan örgütlenmeler birbirine muhalif olacaktır. Ya da muhafazakar dünya görüşünü savunan gruplar ile liberal görüştekiler birbirinin zıddı düzenleme ve uygulamaları talep edebilir. Bu hemen hemen kamusal tüm uygulamalarda farklı taleplerin ortaya çıkmasına yol açacaktır. Ancak sivil toplumun sivil hak ve özgürlüklerin herkes tarafından kullanımına yönelik temel haklar alanında uzlaşması beklenir. Bu da sivil alana yönelik siyasi veya bürokratik bir baskının reddedilmesi noktasında ortak hareket ile mümkün olacaktır. 


Türkiye’de bu tür bir uzlaşma sınırlı zamanlarda meydana çıksa da genel olarak siyasal gerilimlerin sivil topluma da yansıdığını görmek mümkündür. Bu anlamda 28 Şubat sürecinde büyük çatlaklar meydana gelmiştir. Özellikle sivil toplumun İslami kesimlerine yapılan hukuksuz ve antidemokratik müdahaleler, siyasi partilerin anlamlı olmayan gerekçelerle kapatılmasına sivil toplumun belirli kesimlerinin ses çıkarmaması ve hatta buna destek olması büyük bir kırılmayı getirmiştir. 2000’lerin başlarında sivil alanın genişlemesi yönündeki çabalar sivil toplum için bir yakınlaşma alanı oluştursa da 2007 Cumhuriyet Mitingleri, sonrasında yapılan demokratikleşme girişimlerine karşı sivil toplumun belirli unsurlarının karşı çıkması bir gerilimi beraberinde getirmiştir. 


Bu tarihten itibaren Türkiye’de yaşanan siyasal gerilimlerin sivil toplumun farklı unsurlarını birbirine karşı güvenmeyen bir noktaya doğru götürdüğü görülmektedir. Siyasal gücü elinde bulunduran zümrelere yakın olan sivil toplumun, bir denge mekanizması olmaktan uzaklaşıp devlet erki ile müşterekliği arttırdığı bir düzlem ortaya çıkmaktadır. Daha önce devlet ve bürokrasi ile daha yakın olan sivil toplumun seküler kesimlerinin bu konumdan uzaklaşarak muhalif bir konuma doğru evrildiğini ve aksi yönde de sivil toplumun muhafazakar kesimlerinin gittikçe devletle ve siyasetle daha fazla yakınlaştığı görülmektedir. Bu tarihlerden itibaren yaşam tarzı üzerinden başlayan gerilimler gittikçe sivil toplum kuruluşları ile siyaset arasındaki ilişkiyi de sağlıklı bir zeminden uzaklaştırmıştır. 


Özellikle Gezi olayları olarak bilinen süreçle birlikte sivil toplumun hem farklı yüzleri ortaya çıkmış hem de ayrışma belirginleşmiştir. İstanbul Taksim’de yer alan Gezi parkının yerinde bulunan topçu kışlasının yeniden inşası sırasında parkta bulunan ağaçların kesilecek olmasına yönelik protestolar hızla kitleselleşmiş ve hükümet karşıtı eylemlere dönüşmüştür. Başlangıçta farklı toplum kesimlerinden destek gören bu eylemler, bir süre sonra Hükümeti düşürmeye yönelik provakatif bir yapıya bürünmesi ile mecra değiştirdiği için toplumsal desteği kaybetmiştir. Ayrıca bu süre içerisinde hükümetin ve polisin yoğun ve orantısız şiddet kullanımı da tartışılmıştır. Bugün halen devam eden davalarda Gezi olayları hükümeti devirmeye yönelik güdümlü eylemler olarak nitelenmektedir. Ancak bu olayların en önemli etkisi sivil toplumun bir kesimini mutlak manada muhalif bir noktaya çekerken, diğer bir kesimini de hükümete yaklaştırmış olmasıdır. Cumhuriyet mitingleri ile başlayan ve Gezi ile zirveye varan bu eylemlilik belirli toplum kesimlerinde geçmişe dönüleceğine dair korkuları tetiklemiştir. Böylece sivil toplum içinde devletçi ve muhafazakar damarın daha da güçlendiği görülmektedir. 


Sivil toplum genellikle iki yaklaşım içinde ele alınır. Buna göre cemaatçi yaklaşım sivil toplumu sosyal sorunların çözümü için toplumun organize olması olarak nitelerken; sosyal hareketler yaklaşımı sivil toplumu temelde bir hak arama mekanizması olarak görmektedir. Her iki yaklaşımda da sivil toplumun devlet ve toplumdaki konumlanması ve oynaması beklenen roller farklıdır. Birincisinde STK’lar hükümete yardımcı sosyal refah müesseseleri olarak görülürken ikincisinde de siyasal temsil ve katılımın bir aracısı olarak görülür. Elbette aynı anda sivil toplum içinde her ikisine de uyan kesimler bulunabilir. Ancak son 10 yıl içinde Türkiye’de artan siyasal gerilimlerin de etkisi ile “yaşam tarzı sivil toplumculuğu” diye nitelenebilecek yeni bir eğilim meydana çıkmıştır. Bu eğilim sosyal bir mesele veya siyasal katılım odaklı STK’lardan ziyade sivil toplumu bir temsil alanı gibi değerlendirmektedir. Böylece sivil toplum sembollerin çok fazla değer kazandığı ancak sosyal etkinin azaldığı bir alan hüviyetine bürünmektedir. Bu süreçte siyasal alan genişlerken sivil alan gittikçe daralmıştır. Daha açık bir ifadeyle sivil toplum siyasal alana entegre olmuştur. Aslında bu entegrasyon uzun vadede sosyal farkındalık ve katılımın zayıflamasına ve sivil toplumun sembolik bir mahiyet kazanmasına yol açma riskini de beraberinde getirmektedir.


15 Temmuz Darbe Girişimi ve Devlet Toplum Münasebetlerinin Değişimi


Türkiye’nin modernleşme tarihi devletle toplum arasındaki bir dizi kırılmanın yansımasını içerir. Modernleşme sürecinde özellikle kurucu temel fikir etrafında bürokratik elitler gittikçe toplumdan kopmuş, kıymeti kendinden menkul bir modernleşme macerasının peşinden koşmaya başlamışlardır. 1960’ta başlayan darbeler silsilesi ise bürokratik ve askeri vesayet mantığının siyasal ve sivil alanı kontrol, baskılama ve düzenleme girişimlerini göstermektedir. Siyasal ve sivil alan her genişlediğinde ve toplumsal dinamizm her arttığında gerçekleşen bir darbe veya müdahale ile bir yeniden düzenleme gerçekleştirilmiştir. 28 Şubat’ın ünlü paşalarından birisinin dediği gibi sürekli olarak demokrasiye balans ayarı yapma durumu söz konusudur. Halbuki demokratik olduğu iddia edilen bir rejimde balans ayarını demokrasinin kurumlarının bürokrasinin güçlerine yapması gerekmektedir. 1960, 1971, 1980, 1997’de yapılan darbe veya müdahaleler çeşitli açılardan sistemin işleyişini sekteye uğratmış ve siyasal sivil alanı daraltmıştır. 2007 ve 2016’daki muhtıra ve darbe girişimleri ise başarısızlığa uğratılmıştır. 12 Nisan’daki Cumhurbaşkanlığı sürecine müdahil olan Genelkurmay Başkanlığı 27 Nisan’da sitesinden “e-muhtıra” olarak nitelenen bir açıklama yayımlamıştır. Bu açıklamada Türk Silahlı Kuvvetlerinin “Atatürkçülüğe, laikliğe ve Cumhuriyet’in temel ilkelerine sözde değil, özde bağlı” bir cumhurbaşkanı istediği belirtilmiştir. Dönemin havası içinde farklı değerlendirmelere konu olan bu açıklama daha sonra Anayasa Mahkemesi’nin meşhur 367 kararı ile birlikte düşünüldüğünde aslında siyasi sivil iradeye bürokratik vesayetçi bir müdahaledir. Başarısız da olsa Türkiye’de uzun bir dönemi belirleyen bir gerilimi başlatmış, sivilleşme çabalarını da rayından çıkararak tepkisel bir noktaya götürmüştür. 


Yakın tarihimizi etkileyen bir başka darbe girişimi de 15 Temmuz’da gerçekleşmiştir. Devlet içinde uzunca bir süre gizli bir şekilde örgütlenen FETÖ’nün mensubu bir grup asker ve yargı mensubunun organize darbe girişimi halkın direnişi ile bastırılmış ve Türkiye’de yepyeni bir süreç başlamıştır. Bu darbe girişimi, Türkiye’de devlet toplum münasebetlerinin değişimi açısından bir alan ve fırsat verdiği gibi sivil toplumun farklı kullanımlarını da göstermesi bakımından bir başka etki daha oluşturmuştur. Özellikle eğitim alanında örgütlenen ve sivil yapıları da kendisine paravan olarak kullanan örgütün bu yönelimi sivil topluma dair güvensizlik oluşturmuştur. 


Bu güvensizliğin pek çok alanda bürokrasinin alanını genişlettiği görülmektedir. Hemen akabinde yapılan referandumla anayasa değişikliği yapılmış ve cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmiştir. Cumhurbaşkanlığı sistemi Türkiye’de kapsamlı bir sistem ve işleyiş değişimi getirmiştir. Bu sistemle aslında siyasal alanda seçimlerin ülke yönetimine etkisi ciddi bir biçimde artmış ve sivil-siyasal katılım önem kazanmıştır. 2010 yılından 2017 yılına kadar yaşanan yedi yıllık süreçte Türkiye’de siyasal alanda bürokratik yapının gücü azalsa da beklenenin aksine Cumhurbaşkanlığı sistemi merkeziyetçi bir uygulamaya dönüşmüştür. Bugün sivil toplum kuruluşları pek çok sosyal alandan çekilmekte ve bu alanlar bürokratik aygıtlarca doldurulmaktadır. 


Küresel Salgında Sivil Toplum 


Son on yıllık süreçte sivil toplumu makro düzeyde etkileyen bir başka gelişme ise 2019’un sonlarında ortaya çıkan ve 2020 yılında tüm hızıyla etkililiğini sürdüren Covid-19 salgınıdır. Salgınlar da diğer pek çok hadise gibi sosyal boyutlara sahiptir. Her ne kadar bu süreç genellikle sağlık açısından ele alınsa da sosyal hayatı çok ciddi boyutlarda etkileyen bir mahiyete sahiptir. Zira Covid-19 salgını ve bu salgına karşı alınan tedbirler sosyal hayatı durma noktasına getirmiştir. Bu anlamda sosyal hayatın işlerliği ve rutinler üzerine kurulu olan sivil toplum kuruluşları da bu salgından olumsuz manada etkilendiler. Zira STK’lar büyük oranda gönüllülerin sosyal örgütlenmesine bağlı yapılar oldukları için çok önemli ölçüde ilişki ve iletişim kaybı yaşadılar. “Sosyal mesafe” artınca STK’ların da gönüllüleri ile olan ilişkisinin soğuduğunu, bağının zayıfladığını ve etkinliğinin düştüğü görülmektedir. 


Özellikle katılım ve birlikteliğe dayanan faaliyetler STK’lar için bir motor görevi görür. Pek çok STK amacına ulaşmak üzere etkinlikler düzenler, eğitimler verir ve organizasyonlar yapmaktadırlar. Bu tür faaliyetler artık çoğu kez o kadar çok tekrarlanmıştır ki, bir araç oldukları unutulup nihai bir amaca, bir varlık sebebine dönüştükleri söylenebilir. Sosyal hayatı durduran virüs salgını STK’lar için temel faaliyetlerin büyük ölçüde durmasına yol açmıştır. Pek çok STK’nın yaptığı işler uzaktan yapılabilecek bir mahiyete sahip değildir ve aynı zamanda hem gönüllüleri hem profesyonelleri hem de hizmet alıcıları açısından bunu yapabilecek dijital bir kapasiteye sahip olduklarını söylemek güçtür. Dolayısıyla yapılan araştırmalar Türkiye’de STK’ların faaliyetlerinin büyük oranda durma noktasına geldiğini göstermektedir. Rutinin bu şekilde ani ve kapsamlı bir şekilde bozulması STK’ların kitlelerinden kopmasına ve organizasyonsuzluğa itecek bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır.


Süreçteki kısıtlamalar insan topluluklarına hitap eden sosyalliğin azalmasına yol açmıştır. Yapılan araştırmalar salgının oluşturduğu büyük kapanmanın insanlarda anlam krizine ve sorgulamasına yol açtığını göstermektedir. Hayatın dijital ortamlara kayması pek çok insan için ilişkilerini sorgulama ve alışkanlıklarını yeniden tanımlamak için bir başlangıç oluşturmuştur. Bunun STK’lar için bir örgütlenme ve insan kaynağı problemine yol açacağı görülebilir.


Bu süreç neticesinde iki yönlü bir örgütsel kapasite sorunu ortaya çıkmıştır. Öncelikle bazı kuruluşlarda kapasite fazlası oluşmuştur. Büyük binalara, büyük salonlara, kitlesel katılımlı çalışmalara yönelik kapasite oluşturan kuruluşlarda bir kapasite fazlası ortaya çıkmıştır. Öte yandan bu süreç sosyal yardım gibi alanlarda çalışan kuruluşlar için de talebi artırmış ve bir kapasite eksikliği ortaya çıkarmıştır. Ne olursa olsun sivil toplumun kapasitesini zorlayacak bir sürece girildiği görülmektedir.


Kamusal yaşamdaki kısıtlamalar insanların ve toplulukların örgütlenme ve hak arama imkânlarını daraltmaktadır. Bir taraftan uygulanan idari tedbirler ve kısıtlamalar çok sayıda hak ihlalini gündeme getirirken öte taraftan hem bu kısıtlamaların oluşturduğu sınırlandırma hem de toplumsal psikoloji hak arama imkânlarını daraltan etkenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira toplumda genel olarak yasal teknik altyapısı çok sağlam olmasa da kısıtlamalara yönelik zımni bir kabul bulunmaktadır ve bu süreçte hak arama faaliyetlerine pek sıcak bakılmamaktadır. Ancak sürecin biraz gevşemesi, idari tedbirlerin azalması ile birlikte ortaya çıkan sorunlar daha da görünür hale gelecek ve muhtemelen hak arama çalışmalarında bir artış meydana gelecektir. 


Bu süreç Türkiye’de devletin hizmet ve etkinlik alanının genişlemesine yol açmıştır. Sosyal ihtiyaçları giderme, iktisadi döngüyü sağlama, tedbirleri etkin bir biçimde uygulama ve kamusal seferberliği sağlama noktasında devletin daha fazla inisiyatif aldığı görülmektedir. Bu anlamda devletin öteden beri temel refleksi olan STK’lara alan bırakmama tavrının kendisine uygun bir zemin bulması söz konusudur. Böylece STK’ların etkinlik alanı önemli ölçüde daralmaktadır. Bu daralma aslında hem STK’ların güçsüzleşmesine hem de devlet üzerindeki yükün kalıcı olarak artmasına yol açacaktır. Aslında kriz zamanında alınan devlet merkezli tedbirler kamusal hayatı sekteye uğratan ve devletin imkânlarını aşan bir sorumluluk altına girmesine neden olmaktadır. Aksi ise hem sorumluluk paylaşımına hem de sosyal barışa yol açacaktır. 


Süreçte yoğun iş kaybı, işsizleşme, yoksullaşma yaşanacağı öngörülmektedir. Küresel ekonomideki daralmaya bağlı olarak bu kayıp daha fazla da artabilir. Bu anlamda sivil toplumu etkileyecek unsurların başında orta sınıf daralması sebebiyle STK gönüllü ve katkı veren bağışçı sayısının düşmesi gelmektedir. Bildiğimiz üzere sivil toplumun etkili kesimini eğitimli orta sınıf mensuplarının kurduğu ve katkı verdiği kuruluşlar oluşturmaktadır. Bu daralma bu STK’ların her türlü kaynak (insan, para ve bilgi) sorununu ortaya çıkarmaktadır. 


Bu salgınla ortaya çıkan sosyal sorunlar, yaşanan iktisadi kriz ile derinleşmektedir. Böylece STK’ların finansal kaynaklarında da bir daralma yaşanmaktadır. Üyelerinden ve sosyal çevreden aldığı destekle ayakta kalan pek çok kuruluş için bu bir küçülme ve hatta bazen çekilme anlamına gelmektedir. Dolayısıyla sivil toplum bu salgında bir alan daralması yaşamaktadır. 


Bu salgından sonra devletlerin ekonomide küreselleşmeci siyasette ve hukukta devletçi reflekslerinin arttığını görülmektedir. Bu durum bir bakıma devletler için öznesi olmadıkları bir sürecin sorumlusu olmaya doğru evrilmeleri anlamına gelmektedir. Ancak ne olursa olsun bazı boyutlardan içe kapanan sosyal yapıların oluşturacağı sosyal çatışma devlet ile STK ilişkilerini de yeniden gerilimli hale getirme eğilimindedir. 


Bütün bu değişimler neticesinde sivil toplumda hem çalışma biçimlerinde hem de faaliyet alanlarında bir farklılaşma yaşanmaktadır. Nasıl ki, 1999 Marmara Depremi’nden sonra bir anda arama kurtarma kuruluşları ve acil yardım çalışmalarında kalıcı bir artış gerçekleştiyse, bu salgından sonra da dijitalleşme ile ilgili ve yeni nesil teknolojiler, sağlık ve yaşlılık ile ilgili kuruluşların ve faaliyetlerin sayısında artış yaşanmaktadır. Eğitim STK’ları tarz ve biçim değiştirmekte, sivil toplum çalışmaları dijitalize olmaktadır. Salgının getirdiği yeni uygulama ve örneklikler pek çok STK için alışkanlıkla yoğrulmuş mekan bağımlılığı azalmakta, online/ dijital çalışma devri başlamaktadır. Bu anlamda STK’lar için dijital platform altyapısı ve desteği sağlayan kuruluşlar bu sürecin trendini belirleyeceklerdir.


Sonuç: Devlet ve Toplumun İlişkisinin Seyri


İçinden geçmekte olduğumuz salgın süreci aslında devletin sivil topluma bakışını açığa çıkarmıştır. Zira salgının başladığı ve tedbirlerin alındığı ilk günden itibaren kısıtlı olmaya devam eden yegane faaliyet sivil toplum kuruluşlarının faaliyetidir. Spor müsabakaları yapılmaya başlanmış, kısa bir süreliğine az sayıda da olsa seyirci alınmıştır. Fabrikalar, kamu kuruluşları ve pek çok işletme kısa süreli kısıtlamalar olsa da çalışmaya devam etmiştir. Şirket genel kurulları, siyasi parti kongreleri ve toplantıları yapılmaya devam etmiştir. Eğitim kuruluşları ara ara faaliyete başlamıştır. Ancak sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine, genel kurullarına yönelik kısıtlamalar sürekli devam etmiştir. Sivil toplum, salgının oluşturduğu sorunları çözmenin paydaşı kılınmak yerine kriz zamanında kendisinden en erken vazgeçilecek ve sistem dışında bırakılacak bir konuma itilmiştir. Bu da devletin sivil topluma yönelik tavrını yansıtan en önemli göstergedir.


Bu bölümde ele aldığımız 10 yıllık dönem çok sembolik bir hadise ile kapanmıştır. Yılın son günlerinde acil bir şekilde TBMM gündemine gelen “Kitle İmha Silahlarının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi” sivil toplum kuruluşlarının ve sivil hakların geleceğine yönelik çok önemli endişeler doğurmuştur. Sivil hakların ve sivil alanın kısıtlanması yolunu açacak maddeler içeren bu kanun teklifi küresel ve ulusal düzeyde sivil toplum kuruluşlarına yönelik bazı tehditler içermektedir. Ancak daha da önemlisi gittikçe sivil alanın kısıtlanması yönündeki yönelimlerin artmasıdır. 


Sivil toplum kuruluşları toplumsal hayatı işler hale getiren katmanlar arası ilişki ve iletişimi geliştirmek üzere toplumsal gözenekleri oluşturan hayati yapılardır. Toplumsal dayanışmayı oluşturdukları gibi, yerel perspektifi, yerinden çözümü, farklılıkların yansıtılmasını ve çeşitliliklerin korunmasını sağlarlar. STK’lar belirli hizmetlerin yürütülmesinde, sorunların dillendirilmesi ve çözüm önerilerinin geliştirilmesinde, kendi sorunlarını dile getirme imkânına sahip olmayan gruplar için savunuculuk yapmada ve özel ilgilerin ihtiyaçları ortaya çıkarmada aktör veya aracı olabilirler. Bu anlamda güçlü bir sivil toplum iyi işleyen bir kamusal hayat ve demokratik sistem için elzemdir.


Öte yandan sivil toplum örgütleri birçok alanda devletin yükünü hafifleten kuruluşlardır. STK’lar hem beşeri gücü hem de gönüllülük temelinde ekonomik kaynakları harekete geçiren ve bunları kamu yararına işleyen kuruluşlardır. STK’lar gönüllüler ordusu üzerinden çalıştıkları için birçok hizmeti kamuya göre daha düşük maliyetlerle gerçekleştirebilmektedirler. Bu yönüyle de devletin faaliyet alanını daraltıcı değil, aksine tamamlayıcı işlevlere sahiptirler. Bu bakımdan devlet STK’ları kendi alanını daraltan unsurlar olarak değil yükünü paylaşan yapılar olarak görmeli ve alanlarını daraltacak uygulamalardan kaçınmalı; aksi halde bütün sosyal yükün kendi omzuna binmesi riski söz konusu olacaktır. 


Bu sebeple son yirmi yılda yasal zeminde ve siyasal olarak sivil toplumun gelişiminin önünü açan uygulamalara hızla yeniden geri dönülmesi devletin toplumla ilişkisini güçlendirecektir. Bu güçlenme ile aynı zamanda toplumsal kesimler arasındaki gerilim azalacak ve sivil toplum kuruluşları sosyal işlevlerini güçlendirebilecektir.