UZMAN VE PAYDAŞ GÖRÜŞLERİ
Nihat Erdoğmuş
Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi
Yükseköğretim alanında rektörlerin konumu ve göreve geliş biçimleri sürekli gündemde olmuş ve tartışmaların merkezinde yer almıştır. Tartışmalar zaman zaman rektörlerin yönetim tarzları ve yayın performansları üzerinden olsa da rektörlerin seçimle ya da atamayla gelmesi öne çıkan konu olmuştur. Yükseköğretim tarihimize baktığımızda rektörlerin atama ve seçimle geldiği değişik dönemler olmakla beraber tartışmalar hep devam etmiştir. Rektör belirleme sürecindeki tartışmalarda rektör olma kriterleri yerine rektör atama veya seçim süreci daha fazla öne çıkmıştır. 2021 yılı başında Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör ataması ve sonrasında tartışmalar rektörler meselesini yeniden Türkiye gündemine taşımıştır. Boğaziçi Üniversitesi örneğinde de olduğu gibi rektörlük konusundaki tartışmaların çok sağlıklı zeminde yürümediği ve rektörlük meselesinin dünya örnekleri ve güncel ihtiyaçlar dikkate alınmadan yapıldığı dikkat çekmektedir.
Günümüzde Türkiye’de Yükseköğretim Sistemi önemli bir büyüklüğe ulaşmıştır. Bugün 129 devlet üniversitesi, 74 vakıf üniversitesi ve 4 vakıf meslek yüksekokulu olmak üzere toplam 207 yükseköğretim kurumu bulunmaktadır. Yükseköğretim alanında yaşanan değişimler ve büyüme, yükseköğretim kurumlarının yönetimini daha da önemli hale getirmiştir. Bu gelişmeler yükseköğretim kurumlarının en üst yöneticisi rektörlerin konumunu, rollerini, sahip olması gereken nitelikleri ve göreve geliş sürecini de etkilemektedir. Rektörlerin görev, yetki, sorumluluk ve yeni rolleri dikkate alındığında akademik uzmanlık bilgisi yerine bir akademik kurumu tüm fonksiyonlarıyla beraber yönetme bilgi, beceri ve deneyimi öne çıkmaktadır. Yükseköğretimde önemli değişimlerin yaşandığı günümüzde üniversite üst yöneticilerinin üniversite kurullarına başkanlık etmesinin yanı sıra üniversitenin stratejik hedeflerine ulaşmasını sağlama, kurumsal performansı artırma ve değişime liderlik etmesi beklenmektedir. Bunun yanında, katılımcılık ve insan yönetimine yönelik zaman ve enerjiye sahip olmanın da dikkate alınması gerektiğini vurgulamak yerinde olacaktır. Bu bağlamda rektörlerin belirlenmesi süreci önemli olmakla birlikte rektörlerin yeni ve değişen rollerini hakkıyla yapabilmeleri için gerekli nitelikler ve bunların nasıl kazanılacağı konusu önemli ve öncelikli bir mesele haline gelmiştir.
Yükseköğretim sistemimiz, siyasi tarihimizle paralel biçimde bir dizi tarihsel kırılmalar ve tasfiyeler eşliğinde şekillenmiş ve bu gelişmeler belli dönemlerde rektörlerin belirlenmesi sürecine de yansımıştır. 1933 Reformu öncesi o zamanki adıyla Darülfünun Emini (Rektör), öğretim üyeleri tarafından seçilmekte ve Maarif Bakanlığının en çok oy alan iki kişi arasında tercih yapmak imkânı bulunmaktaydı. 1933 Reformu sonrası seçim sistemi terk edilerek Maarif Vekilinin önerisi üzerine üçlü kararnameyle rektörün atanması sistemine geçilmiştir. 1946 yılında 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu ile rektörler, fakültelerin profesör kurullarının ortak toplantısında iki yıl için salt çoğunlukla ve her seçim döneminde farklı bir fakülteden olacak şekilde seçimle belirlenmeye başlanmıştır. 27 Ekim 1960 tarihli ve 115 sayılı kanun ile 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’nda birtakım değişiklikler yapılmakla birlikte rektörlerin atanması konusundaki sistem devam etmiştir. Bu tarihteki önemli değişikliklerden birisi Millî Eğitim Bakanının üniversiteler üzerindeki yetkileri kaldırılmış olmasıdır, 1961 Anayasası’nda yer alan üniversitelerin kendi seçtikleri organlar tarafından yönetilmesi düzenlemesi ile yükseköğretim alanı, anayasal bir düzenleme konusu haline gelmiştir. 1973 yılında 1750 sayılı kanunda ilk defa “Yüksek Öğretim Kurulu” kurulmasını içeren yeni bir sistem öngörülmüş ancak ilgili kanunun Yüksek Öğretim Kurulunun oluşumuna dair hükmü Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile ilga edilmiştir. 1750 sayılı kanun ile rektörlerin yine seçim usulü devam etmiştir (Doğramacı, 2007; Günay ve Kılıç, 2011).
1980 askerî darbesi sonrası yükseköğretim sisteminde en kapsamlı ve en tartışmalı değişimlerin yaşandığı dönem olmuştur. 1982 Anayasasında rektörlerin Cumhurbaşkanınca seçilip atanacağı hükmü yer almıştır. 2547 sayılı yasa ve Yükseköğretim Kurulunun (YÖK) kurulması bu dönemin en önemli düzenlemelerinin başında gelmektedir. Bu dönemde rektör belirleme usulü ile ilgili de önemli değişiklikler yapılmıştır. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 13/a maddesinde, rektörün yükseköğretim kurumlarından mezuniyeti sonra en az 15 yıl başarılı hizmet vermiş, tercihen devlet hizmetinde bulunmuş ikisi üniversitede profesör olmak üzere dört kişi arasından Devlet Başkanınca beş yıl için atanacağı belirtilmektedir. 2547 sayılı kanunla oluşan yasal çerçeve ve uygulamalar sonraki yıllarda da tartışma konusu olmaya devam etmiştir. Bu yıllarda YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’nın sistemin düzenlenmesi ve yürütülmesinde oldukça etkili olduğu görülmektedir. 1 Temmuz 1992’de 2547 sayılı kanunun 13. maddesinde değişiklik yapılarak rektörlerin atama yerine seçimle belirlenmesi yöntemi uygulanmaya başlanmıştır. Bu değişiklik ile rektörler, üniversite öğretim üyeleri tarafından profesörler arasından seçilmekte ve adaylar arasından Cumhurbaşkanınca atanmaktadır. Bu düzenleme sonrası rektörlerin seçimle gelmesine karşı olan Doğramacı YÖK Başkanlığı’ndan istifa etmiştir. Rektörlerin seçimle gelmesi usulü 2016 yılına kadar devam etmiştir.
29 Ekim 2016 tarihli Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile üniversitelerde rektör seçimleri kaldırılmıştır. Daha sonra 2 Temmuz 2018 tarih ve 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’yle devlet ve vakıf üniversitelerine rektör Cumhurbaşkanınca atanacağı ve vakıf üniversitelerinde rektörün atanmasının mütevelli heyetinin teklifi üzerine yapılacağı hükmünü getirilmiştir. Günümüzde rektör belirleme süreci 703 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile yapılan düzenlemeye göre yürütülmektedir.
Yükseköğretim tarihimizde rektör belirleme süreçlerinde detaylarda farklar olmakla birlikte bazı dönemlerde atama bazı dönemlerde ise seçim usullerinin uygulandığı görülmektedir. Çok yaygın olmamakla birlikte ODTÜ ve Hacettepe Üniversitelerinin ilk yıllarında mütevelli atama usulü de kullanılmıştır. Ancak 1961 Anayasası’nın üniversitelerin kendi seçtikleri organlar aracılığıyla yönetilmesi ilkesi gereğince mütevelli sistemi sona ermiştir.
Yükseköğretiminde her ne kadar Amerikan yükseköğretim sistemi bir model olarak ön plana çıksa da Federal Almanya, Fransa, İngiltere, İsveç, Polonya, İsrail, Japonya ve Çin Halk Cumhuriyeti örneklerinde olduğu gibi dünyada tek bir modelin olmadığı görülmektedir (Küçükcan ve Gür, 2009). Yükseköğretim alanında ülkelere göre farklar olmakla birlikte yükseköğretimin yönetimi anlayışını uzun süre şekillendiren iki yaygın yaklaşımdan bahsedebiliriz. Amerika ülkelerinde yaygın biçimde mütevelli heyet modeli benimsenmiştir. Bu modelde üniversite dışından atanan üyelerden oluşan mütevelli heyet ile tam yetkili ve güçlü bir rektör bulunmaktadır. Mütevelli heyetin onayı ile rektör üniversite içinden ya da dışından diğer akademik birim yöneticilerini ve yardımcılarını atamaktadır. Bu yönetim modelinde akademik kurulların yönetsel karar verme süreçlerindeki yetkileri oldukça sınırlıdır (Doğramacı, 2007). Buna karşılık Kıta Avrupası ülkelerinde meslektaşlar yönetimi (collegial) yaygındır. Bu modelin uygulamalarında ise yükseköğretim kurumları çoğunlukla Yükseköğretim Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı veya Bilim ve Teknoloji Bakanlığı gibi bir bakanlığa bağlı olarak kurulmuştur. Meslektaşlar yönetimi modelinde sınırlı yönetsel yetkiye sahip rektörlerin seçim ile belirlenmesi esası benimsenmiştir. Bu yönetim sistemi senato, yönetim kurulu, fakülte ve bölüm kurullarını işleten yatay bir yönetsel model öngörmektedir (YÖK, 2007).
Dünyada 1980’li yılların ortasından itibaren üniversitelerin “yönetimci” bir anlayışla yönetilmesi vurgusu daha yaygınlaşmıştır. Bu anlayışın sert hali üniversitelerin özel şirketler gibi yönetilmesini savunurken ılımlı hali üniversite yönetiminde etkinlik ve verimliliğin artırılmasını savunmuştur (Miller, 1998). Bu bağlamda yükseköğretimin kalitesinin artırılmasında yönetsel etkinlik en önemli faktörlerin başında sıralanmaya başlanmıştır. 2000’li yıllarda girişimci üniversite yönetim modeli başta Avusturya, Norveç, Danimarka, Japonya ve Güney Kore olmak üzere yaygınlık kazanmaktadır. Bu model, klasik Kuzey Amerika ve Kıta Avrupası modellerinin bir sentezi niteliğindedir. Bu modelde, çoğunluk üniversite dışından üyelerden oluşan bir yönetim kurulu bulunmakta ve bu kurul, üniversitenin idarî ve malî sorumluluğu ile yönetimini üstlenmekte ve rektörü seçip atama yetkisine sahip olmaktadır. Öte yandan da yükseköğretim kurumunun akademik yönetimini üstlenmektedir (YÖK, 2007).
Günümüze geldiğimizde yükseköğretim kurumlarının yönetim performansı önem kazanmıştır. Yükseköğretim kurumlarında yönetim ve liderlik, oldukça kritik bir öneme sahip hale gelmiştir. Yükseköğretim kurumları yöneticileri, kurumsal yönetim, insan yönetimi, malî işlerin yönetimi, tanıtım ve iletişim gibi işlevlerin yönetimi yanında, bulunduğu düzeyin gerektirdiği yöneticilik ve liderlik becerilerine sahip olmalıdır. Bu bağlamda üniversitelerde akademik birim yöneticilerinin kademe kademe bilgi, beceri ve tutum olarak yöneticiliğe hazırlanması gerekmektedir. Akademik yöneticilerin öncelikle yöneticiliğe uygun beceri ve potansiyele sahip kişiler arasından seçilmesi, yöneteceği birimin/işlevin bütün yönlerini kavrayabilecek şekilde eğitim, görevlendirme ve projelerle yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Özellikle akademisyenlikten yöneticiliğe geçişin ilk zamanlarında bu geçişe özgü eğitimler ve destekler verilmelidir. Kariyer literatüründe sıkça tartışılan iki basamaklı kariyer, akademisyen yöneticiler için oldukça önemli bir husustur. Bu kariyer anlayışında, uzmanlık ve yöneticiliğin farklı beceri ve yönelimler gerektirdiği, bir alanda iyi uzman olmanın iyi yönetici olunacağı anlamına gelmediği vurgulanır. Bu yüzden iyi uzmanları doğrudan yönetici yapmak yerine, yöneticilik potansiyeli ve becerisi olan kişileri yöneticilik kariyer patikasında ilerleterek ve deneyim kazandırarak yönetici yapma üzerinde durulur. Meslekî bakımdan başarılı olmak ile yönetsel başarının ayrı yetkinlikler gerektirdiği kabul edilerek yöneticilik tercihinde meslekî başarı yerine yönetsel başarı öncelikli kriter olarak alınır (Erdoğmuş, 2019).
Yükseköğretim kurumları eğitim, araştırma ve topluma katkı faaliyetleri yürütmektedir. Bu hizmetlerin niteliği ve kalitesi bu kurumların yapılanması ve bu yapıya uygun yöneticilerin göreve hazırlanması ve getirilmesine bağlıdır. Yükseköğretim kurumlarının en üst yöneticisi olarak rektörlerin belirlenmesinde; rektörün üniversite yönetimi konusundaki bilgi, beceri ve deneyimi meslekî uzmanlığından daha önemli ve öncelikli görülmelidir. Rektör belirleme süreçlerinde güçlü eğitim liderliği özelliklerine sahip rektörlerin yönetime getirilmesi ve bu süreçlerin yürütülmesinde akademik kültür ve teamüllerin dikkate alınması önem arz etmektedir. Rektörlerin seçim ya da atamayla gelmesi usullerinden hangisi olursa olsun bu hassasiyet önemlidir.
Dünyadaki gelişmeleri göz ardı eden ve yükseköğretim alanındaki değişimlere karşı kendini yenileyemeyen akademik yapılanmaların da eski konforlarının devam etmeyeceği açıktır. Yükseköğretimin yönetimi konusunu bütüncül ele almak yerine kendi hata ve eksiklikleri ile yüzleşmeden karşı olduğu kesimlerin hataları ve eksikleri üzerinden ve konuyu zaman zaman da çarpıtarak ele almak yükseköğretimin yönetimi sorununu çözmeye katkı sunmamaktadır. Bu yaklaşım sorundan beslenen kahramanlar ve taraftar sayısının artması ile sonuçlanmaktadır. Yükseköğretimin yönetimi, geçmişin muhasebesinin doğru yapıldığı ve yükseköğretimin bugünü ve geleceğine dair değişimlerin doğru okunarak geleceğe hazırlık yapıldığı bir yaklaşımla ele alınmayı gerektiren bir meseledir. Yükseköğretim alanı ciddi biçimde değişiyor ve öğrenciler, idarî kadro, akademisyenler ve yöneticileri değişime davet ediyor. Bu mesele uzun yıllar içinde oluşmuş konfor alanlarından çıkmayı, öz eleştiri yapabilmeyi, müzakere ve değişime açık olmayı, gerçekçi ve bütüncül bir bakışla konuyu ele almayı ve değer üretmeyi gerektirmekte. Makul düşünce ve davranış en çok ihtiyacımız olan şey.