TÜRKİYE'DE ADALETE ERİŞİM

Adalete Erişimde Kurumsal ve Kültürel Engeller

Vahap Coşkun

Dicle Üniversitesi

Adalete erişim, günümüzde hukuki tartışmaların merkezinde yer alan bir kavramdır. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde ortaya çıkan, zamanla kapsama alanı genişleyen (yoksullar, tüketiciler, çevreciler, çocuklar vb.) ve enstrümanları çeşitlenen (daha az resmi uyuşmazlık çözme mekanizmaları) bu kavram, hak öznelerinin adalete dönük arayışlarında yargı organlarına erişmelerini ve mümkün olduğunca güçlendirilmelerini anlatır.  

Adalete erişim, bir yandan “sosyal devlet” anlayışı, diğer yandan da “hukukun üstünlüğü” ilkesi ile yakından irtibatlıdır. Zira sosyal devlet güçlü olduğu nispette, dezavantajlı grupların adalete ulaşma ihtimalleri yükselir. Keza adalet önündeki engeller azaltıldıkça da hukukun üstünlüğünü tesis etme olanağı artar.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 6. maddesi ile ilişkilendirildiğinde, adalete erişim, bir insan hakkı olarak da tanımlanabilir. Çünkü bu madde, “herkesin her yerde hukuk önünde insan olarak kabul görme hakkına sahip olduğunu” belirtir.  İnsanların hukuk önünde tanınmaları ve hukuki bir kimlik edinmeleri, yalnızca, devletin vatandaşlarına karşı bir yükümlülüğü değil, bir insan hakları meselesi olarak adalete erişim ile de bağlantılıdır.  

Ne var ki, bu derece önem arz etmesine rağmen, insanların adalete ulaşmalarının önünde birçok engel vardır. Yargılamanın herkes için adil bir şekilde cereyan etmesini sağlayacak bir vasatın çok uzağındayız. Salt geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerde değil, gelişmiş ülkelerde bile adaletin tecelli etmesini önleyen çok sayıda sorun bulunuyor.

World Justice Project tarafından ortaya konan “Global Insights on Access to Justice” anketine göre, kişi başına en yüksek avukat oranlarından birine sahip Amerika Birleşik Devletleri’nin 2019 istatistikleri, adalete erişim açısından parlak bir tablo ortaya koymaz (World Justice Project, 2021). Ankete katılan Amerikan vatandaşlarının %66’sı yasal bir problem ile karşı karşıya kaldığını ifade etmiştir. Tavsiye ve temsil açısından yardım alabilenlerin oranı %33’ü, problemini çözebilenlerin oranı ise %48 olmuştur. Bunun yanı sıra Birleşmiş Milletler, dünya çapında yaklaşık dört milyar insanın hukukun üstünlüğünden dışlandığını tahmin etmektedir (IT Chronicles, 2022).

İnsanları adaletten uzak düşüren birçok neden bulunur. Yargının tarafsız ve bağımsız olmaması, bireylerin ekonomik güçlerinin yetersizliği, hukuki hizmetlerin ağır maliyetli olması, yargı organlarının iş yükü, hukuk kültürünün zayıflığı, uyuşmazlık çözüm mekanizmalarının işlevsizliği ve hukuki bilgisizlik, bunlar arasında öne çıkar. Dolayısıyla devletlere düşen en mühim vazife, insanların adalete erişmesini zorlaştıran bu nedenleri asgariye çekmek için çalışmak olmalıdır. Bu bağlamda, üzerine hassasiyetle eğilinmesi gereken konulardan biri de yargılama süreçlerinde kullanılan dildir. 

 

Yargılama ve İfade Almada Dil ve Tercüman Sorunları

PODEM’in farklı etnik kimliğe mensup kişilerin adalete erişim konusundaki algı ve düşüncelerine odaklanan “Toplumsal ve Siyasal Zeminde Adalete Erişimden Beklentiler: Türkiye’de Etnik Temelde Farklı Toplumsal Kesimlerin Adalete Erişimi” başlıklı raporunda, insanların “adalete erişim” derken başlıca iki hususu öne çıkardıkları belirtiliyor (Gülmez Korkmaz ve Engin, 2021).

İlki, adalete erişimin “kolay, hızlı, etkili, adil ve en az masrafla hukuk mekanizmalarına erişim” olarak tanımlanmasıdır. İkincisi ise, tek bir olgu üzerinden bir hükme varılmaması, adalete erişimin bir “süreç” olarak değerlendirilmesidir. Bir başka ifadeyle, adalete erişilip erişilemediğine dair kanaatleri belirleyen, tek başına mahkeme salonunda olup bitenler değildir. Adalete erişim “yargı organlarına başvurmadan önceki aşama ile başlayan ve sürecin sonunda toplumun adalet duygusunda bıraktığı etkiye kadar uzanan bir süreç olarak” görülmedir.

Raporda, etnik temelde farklı toplumsal kesimlerden gelen katılımcılar, adalete erişmeyi güçleştiren başlıca dört sebebe işaret ediyorlar: Birincisi; yargının tarafsız ve bağımsız olmamasıdır (Gülmez Korkmaz ve Engin, 2021). Bu çerçevede şikâyetler, yargı mensuplarının seçiminde liyakatin göz ardı edildiği, hukukun herkese eşit bir şekilde uygulanmadığı ve hukuki makamlarda ayrımcılığa maruz kalındığında yoğunlaşıyor. İkincisi, iktisadi sıkıntılardır. Gelir düzeyinin düşüklüğü ve bölgeler arasında fırsat eşitsizliğinin büyüklüğü insanların hem adalete hem de eğitime ulaşmalarına son derece menfi tesir ediyor.

Üçüncüsü, cezasızlıktır. En genel ifadeyle cezasızlık, “ fiili veya yasal olarak bir hak ihlalinin faillerinin var olan veya olması gereken yargı süreçlerine tabi tutulmaması veya uygun şekilde cezalandırılmaması ve mağdur edilenlerin onarım hakkına erişememesidir” (Uluslararası Af Örgütü, 2022). Türkiye’de hak ihlallerinin cezasız kalmasında temel faktör, yargı mensuplarının kendilerini devleti ve çoğunlukla kamu görevlisi olan failleri korumakla vazifeli saymalarıdır.[1] Bu, bir taraftan mağdurlar için adalet talebinin yerine getirilmesini mümkün olmaktan çıkarır, diğer taraftan da yeni ihlallere zemin hazırlar. Cezasızlık, bütün toplumu yaralamakla birlikte bilhassa birden fazla dezavantajlı grubun üyesi olan bireylere katmerli bir mağduriyet yaşamasına neden olur.

Dördüncüsü ise, bilgiye erişimde yaşanan sorunlardır. Bir iddianın hukuk önünde kabul görebilmesi, iddia sahibinin hukuki haklarına ilişkin bilgiyle donatılmış olmasıyla yakından ilgilidir. Adalete erişimin önündeki bariyerlerden biri olan hukuki bilginin yetersizliğinin dört kaynağı vardır: 


  • Bilginin yetersiz dağılımı/paylaşımı
  • Bilginin kasten gizlenmesi
  • Hukuk terminolojisinin anlaşılmazlığı
  • Hukuk dilinin sadece resmi dilde olması ya da bir başka ifadeyle resmi dilin dışında anadili bulunanların hak arama sorunu


Kişilerin kamusal hayata gerektiği gibi katılmasının önündeki kritik bariyerlerden biri, resmi dili hiç ya da yeterince bilmemeleridir. Resmi dile vakıf olmamak kişinin başta, eğitim, adalet ve iş bulma olmak üzere birçok sahada geride kalmasına, bir devlet dairesinde veya bir yargı organında hakkını ararken ağır güçlüklerle karşılaşmasına neden olur.   

Bir kimsenin hakkına kavuşabilmesi için, öncelikle mağduriyetini ve talebini ayrıntılarıyla anlatabilmesi, nerelere başvuracağı konusunda doğru bilgilendirilmesi ve bu bilgileri anlayabilmesi gerekir. Bu da, hak arayan kişi ile müracaat ettiği ilk merciler arasında doğru ve sağlıklı bir iletişimi zorunlu kılar. Eğer burada bir eksiklik veya yanlışlık olursa, kişi derdini bütün detaylarıyla muhataplarına aktaramaz ve doğru yönlendirilemez.

Dil yoksunluğundan doğan sorunlar, hak arayanların taraflar arasında kurulacak güven ilişkisini zedeler ve hak arayanların zorluk çekmesine sebebiyet verir. Gerçi Ceza Muhakemeleri Kanununun 202. maddesi tercüman bulundurulacak halleri düzenler. Maddenin birinci fıkrasına göre, soruşturma evresinde “sanık veya mağdur, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa; mahkeme tarafından atanan tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar tercüme edilir.”

Madde metni açık olmasına rağmen, bazı durumlarda bu madde maalesef kâğıt üzerinde kalır. Türkiye’de, özellikle Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde ana dili Kürtçe olup başka bir dili konuşamayan ya da Türkçe bilmekle birlikte kendini Kürtçe daha iyi ifade edebilecek insanlar mevcut. Dil, yargılamanın her aşamasında bu insanların adalete erişimini sınırlandırır ve hatta imkânsız kılar. Maruz kaldığı bir hak ihlalini şikâyet için kolluğa müracaat eden bir kimse, Türkçeye hâkim olmadığı takdirde birçok güçlükle karşı karşıya kalır ve bu da sonrasında telafisi güç sorunlara yol açar. 

CMK’nın 202/4. maddesi, iddianamenin anlatılması ve esas hakkında mütalaanın verilmesi üzerine, sanığın sözlü savunmasının kendini daha iyi ifade ettiği başka bir dilde yapabileceğini, ancak bu durumda tercüman hizmetleri giderlerinin devlet hazinesinden karşılanmayacağını belirtir. Bu hüküm, adalete erişim açısından sorunludur. Zira maddi olanakları elvermeyen kişilerin savunmalarını etkin bir biçimde yapmalarını ve dolayısıyla maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasını engeller.

Bu itibarla, adalete erişim için yargılamanın her aşamasında ve her kurumda –kollukta, savcılıkta, mahkemede- tercüman bulundurulmalıdır. Tercüme hizmetleri ehil kimseler tarafından verilmeli ve bu hizmetin bedeli devlet hazinesi tarafından karşılamalıdır.

Yabancıların Adalete Erişimi

Türkiye, tarih boyunca, farklı coğrafyalardan gelen ve dini, dili, etnik ve mezhebi kimliği birbirinden farklı milyonlarca yabancıya kapılarını açtı. Yabancıların hukuki olarak tanımlanmaları farklı isimler alabilir; “göçmen”, “sığınmacı”, “mülteci” ve “geçici koruma altında olanlar” gibi; ama nihayetinde Türkiye, gerek Cumhuriyet öncesi ve gerek Cumhuriyet sonrası dönemde gerçekleşen kitlesel göçleri gördü ve milyonlarca insanın hayatını sürdürmek için geldikleri bir mekân oldu. 

2022 yılı itibariyle, Türkiye’de geçici koruma statüsü altında yaklaşık 3,7 milyon Suriyeli bulunuyor. Suriyelerinin yaklaşık 50 bini kamplarda, 3 milyon 635 bini ise şehirlerde yaşıyor. Nüfusun büyüklüğü, yabancılara dair neredeyse bütün meselelerinin Suriyeliler üzerinden konuşulmasına neden oluyor ve bu büyük nüfusun, adalete erişim noktasında da önemli sorunları bulunuyor.

PODEM’in “Toplumsal ve Siyasal Zeminde Adaletten Beklentiler: Türkiye’deki Sığınmacıların Adalete Erişimi” başlıklı raporu bu sorunlara eğiliyor.  Rapora göre, sığınmacılar bağlamında adalet erişim derken öne çıkan üç önemli husus var: Hakkına kısa ve ekonomik yoldan erişebilmek, mahkemelere erişebilmek ve adli yardım hakkına erişebilmek (Acar Mutlu, 2021).

Yabancılar ve sığınmacılar gibi hassas gruplara dâhil olan kişiler için adli mekanizmalara ulaşabilmek hayati bir önem taşıyor. Ancak bu gruplar için adalet, sadece mahkemelere gidebilmeleri ile varabilecekleri bir durum değil. Onların adalete erişebilmeleri, aynı zamanda, adli yardım mekanizmalarının yeterli olmasını, bu kişilerin haklarını bilmelerini ve onları haklarını aramaya teşvik edecek bir sosyal ortamın varlığını gerektirir.

PODEM raporu, bu kesimin adalete erişiminin önünde üç temel engelin bulunduğunu belirtir. Engellerin ilki, ekonomi temellidir. Maddi olanaklarının yetersiz olması, mahkemeye başvurmak için gerekli unsurların (harçların, noter ücretinin ve yeminli tercüman ücretinin) yüksek maliyeti ve davaların uzun sürmesi, bu kişilerin çabuk ve iktisadi yoldan adalete varmalarını önler.

Keza sığınmacılar, yine ekonomik nedenlerden ötürü, kayıtlı oldukları şehirlerden ziyade sanayinin geliştiği şehirlerde yaşarlar ve kayıt dışı olarak çalışırlar. Sınır dışı edilmekten korktuklarından, bu kişiler genellikle devlet kurumlarına başvurmaktan ve adalet mekanizmalarını işletmekten imtina ederler. Ezcümle ekonomik zorluklar, bu kişileri haklarını aramaktan vazgeçmelerine sebep olur.

Engellerin ikincisi yapısal temellidir. Mevzuat açısından büyük bir eksiklikten söz edilemez, fakat iş tatbikata geldiğinde birçok yapısal engel kendini göstermeye başlar. Üzerinde en çok durulan yapısal engeller beş tanedir:


  • Dil bariyeri
  • Adli yardım mekanizmalarının yetersizliği
  • Nitelikli tercüman eksikliği
  • İdari gözetimde yaşanan sorunlar
  • Hâkim ve savcıların sığınmacılarla ilgili konularda yeterli bir bilgiyi sahip olmamaları   

 

Engellerin üçüncüsü ise, sosyal temellidir. Sığınmacıların adalet arayışlarına –fiziksel olarak olmasa da- psikolojik olarak ciddi bir menfi tesir, sosyal engellerden kaynaklanır; zira toplumsal algıyı bu engeller biçimlendirir.  

Sosyal engeller bahsinde iki faktörün altı çizilebilir: İlki, sığınmacılarla alakalıdır; onların büyük bir kısmının haklarına dair bilgilerinin bulunmaması ve hukuki okur-yazarlıklarının olmamasını ifade eder. İkincisi ise, Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve hukuki tutum ve atmosferi ile ilgilidir. Bu meyanda, son yıllarda ekonominin bozulmasıyla bağlantılı olarak sığınmacılara yönelen öfkenin, bazı siyasi aktörlerin sığınmacı karşıtlığı hatta düşmanlığı üzerinden siyaset yapmalarının ve yargı mensuplarının sığınmacılara karşı olumsuz bir tavır takınmalarının altı çizilebilir. Ve sosyal engelleri daha aşılmaz hale getiren de bu ikinci faktördür. 

Sosyal engellerin tahkimi, bir yandan sığınmacılar içerisinde daha dezavantajlı olan grupların, örneğin kadın ve çocukların adalete erişimini zorlaştırırken, diğer yandan sadece sığınmacıların değil bütün hassas grupların adalete erişimlerinde sorunlar yaşamalarına neden olur. Binaenaleyh, sığınmacıları veya yabancıları bir günah keçisi olarak kodlayan siyasi ve hukuki bir anlayışın, zincirleme olarak o ülkedeki bütün kırılgan grupları adaletten uzaklaştıracağını akılda tutmak ve buna karşı durmak gerekir.

Hülasa adalet yolunu kısaltmak, adaletin önündeki ekonomik, yapısal ve sosyal temelli engelleri göz önünde bulundurmayı mecburi kılar. Bu engelleri asgariye indirmek için ilk elde yapılması gerekenler birkaç başlık altında toplanabilir:


  1. Hukuki mekanizmalara başvuru, kişilerin ekonomik durumları gözetilerek tanzim edilmelidir. Toplumdaki farklı dezavantajlı grupların ne tür hukuki ihtiyaçları olduğu belirlenmelidir. Hukuki ihtiyaçları ortaya koymak hem kamu kaynaklarının doğru kullanılmasını hem de uzmanlık gereksinimi duyulan alanların belirlenmesini ve hem de adli yardıma en fazla ihtiyacı olan grupların tespitini sağlayacaktır.
  2. Adalete erişimde ücretsiz avukatlık hizmetleri hayati bir değer taşır. Bu nedenle ücretsiz avukatlık hizmetlerinin gerek ulaşılabilirliği ve gerek kalitesi artırılmalıdır. Yargılamanın her safhasında nitelikli tercümanlık hizmetleri ücretsiz bir şekilde sunulmalıdır.  
  3. Yargılama süreleri kısaltılmalı, hukuki destek yolları çeşitlendirilmelidir ve kamu kurumlarının faaliyetleri üzerindeki hukuki ve demokratik denetim artırılmalıdır. 
  4. Nitelikli insan gücü yükseltilmeli; yargının hem kurumsal hem de bireysel düzlemde kapasitesini geliştirecek tedbirler alınmalıdır.
  5. Yasal haklara yönelik kamu bilinci artırılmalıdır. Mülteci, sığınmacı ve yabancı karşıtlığına karşı ilkokuldan başlayarak eğitim-öğretimin bütün aşamalarında insan hakları eksenli bir müfredat oluşturulmalıdır. Adalet Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve barolar, hakkını bilen ve hem kendisinin hem bir başkasının hakkını savunan bir kamuoyu için birlikte çalışmalıdır.


Adalet varılacak bir nokta değildir, aksine sürekli yolda olmayı gerektirir. Çünkü toplumlar değiştikçe ve hak anlayışı farklılaşıp çeşitlendikçe adalete dair talepler de çoğalır ve yoğunlaşır. Dolayısıyla adalet için, sürekli çalışmak icap eder. Adil, kapsayıcı ve eşit hukuk sistemine erişmek için yapılması gereken daha çok iş var.



[1] Yargı mensuplarının zihniyeti, onların devlet, adalet ve hak kavramlarına nasıl yaklaştıklarını inceleyen bir çalışma için bakınız: Mithat Sancar – Eylem Ümit Atılgan: “Adalet Biraz Es Geçiliyor…”, TESEV Yayınları, İstanbul, 2009.  (https://www.tesev.org.tr/tr/?s=adalet+biraz+es+ge%C3%A7iliyor&lang=tr)

Dört dava (Cemal Temizöz Davası, JİTEM Davası, Hrant Dink Davası ve Engin Çeber Davası) üzerinden yargının, güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği suçlarda cezasızlığı norm haline getirmesini tahlil eden bir inceleme için bakınız: Mehmet Atılgan – Serap Işık: “Cezasızlık Zırhını Aşmak: Türkiye’de Güvenlik Güçleri ve Hak İhlalleri”, TESEV Yayınları, İstanbul, 2011. https://www.tesev.org.tr/tr/research/cezasizlik-zirhini-asmak-turkiyede-guvenlik-gucleri-ve-hak-ihlalleri/