TÜRKİYE'DE ADALETE ERİŞİM

Adalete Erişimde Baroların Rolü

Murat Sadak

Avukat

Giriş

Bir hakkın ikamesi olarak ifade edilen adalete erişmek herkesin en tabii hakkıdır. Hiç kimse bu haktan mahrum bırakılamaz. Bu hak anayasal bir hak olup herkesin erişimine eşit olarak sunulmalıdır. Türkiye’de adalete erişim geç konuşulmaya başlanmış bir kavram olup AB uyum sürecinden sonra gündeme gelmiş ve hâlihazırda halen gündemi az da olsa meşgul etmektedir. Ancak bu konunun yeterince ve kapsamlı olarak ele alınmadığı gözden uzak tutulamaz.

Bir hakkın tanınması önemli olduğu gibi bu hakka eşit bir şekilde erişim de son derece önemlidir. İşte bu noktada adalete erişimde birtakım enstrümanlar devreye girmek zorundadır. Bu bağlamda adalete erişim hakkı hukuki gerçekçiliğin şekilciliğe karşı vermiş olduğu mücadelenin bir uzantısı olarak ortaya çıkar (Kalem Berk, 2012).

Bireyler, adalete erişirken birtakım hukuki yöntem ve mekanizmalardan faydalanırlar. Bu aşamada, süreçteki en önemli yapı taşlarından biri de hiç şüphesiz barolardır. Baroların adalete erişimde etkin bir rolü vardır ve olması gereken de budur. Bu çalışmada baroların adalete erişimdeki rolüne, bu rolün getirdiği olumlu ve olumsuz hususlara ayrıntılı bir biçimde değinilecektir.

Bu aşamada konuyu çok boyutlu olarak ele almakta fayda görüyoruz. Şöyle ki baroların AYM üye seçimlerinde serbest avukatlardan aday gösterebilmesi, toplumsal anlamda dezavantajlı kişi ve topluluklara yönelik hak ihlallerine kayıtsız kalmayarak komisyonlar kurması ve toplumda infial uyandıran olaylarda halkın büyük çoğunluğunun barolardan gelecek tepkileri takip etmesi gibi etmenler baroların adalete erişimdeki rolünün ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Çalışmamızda özellikle dezavantajlı grupların adalete erişiminde baroların etkin rolü üzerinde durulacaktır. 


Adalete Erişim Bağlamında Baroların Misyonu

Avukatlık Kanunu’nun 2. maddesine göre avukatlığın amacı, “hukuki münasebetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde sağlamaktır. Avukat bu amaçla hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine ve kişilerin yararlanmasına tahsis eder.” Görüldüğü üzere kanun, adalete erişim noktasında avukata belli bir amaç yüklemektedir. Kanunun bu lafzıyla hareket ettiğimizde avukatın adaleti sağlamak gibi bir görevi olduğu sanına ulaşılabilir. Esasen yargılamanın amacı ya maddi ya da şekli adaleti gerçekleştirmektir. Nitekim avukat da bu süreçte etkin olup, sonucu sağlamaya dönük faaliyetler içindedir.

Bununla birlikte, yargılama diyalektik bir süreçtir. Bu süreç tez, antitez ve sentez üçlemesinden oluşurken avukat bağımsız savunmayı temsil eder. Müvekkilin doğrusu ve menfaati avukatın önceliğidir. Tabii ki mesleğini icra ederken dürüstlük ile hakkaniyet ilkelerinden ve hukuk kurallarından ayrılmaması gerekir. Şunu önemle belirtelim ki avukat bağımsız olup yargıcın yardımcısı olmadığı gibi hüküm makamı da değildir. Tezi, antitez savıyla birlikte çürütmekle görevlidir. Aksi takdirde görev gaspı söz konusu olur. Zira adaleti tesis etmek yargıcın görevi ve ödevidir.

Avukatlık mesleğinin muhtevası itibariyle vicdanen sağlanan adalete seslenmek gibi bir görevi veya doğrudan adaleti tesis etme amacı yoktur. Bu durum avukatlık mesleğinin özüne de aykırılık oluşturur. Hâlihazırda söz konusu uyuşmazlıklarda ve yargılamalarda avukatın ana görevi müvekkilinin çıkarlarını somut olay üzerinde en üst düzeyde temsil etmektir. Ancak avukatlar müvekkillerin haklarını savunurken doğruya ve hakikate ulaşma anlamındaki yargısal sürece de dolaylı da olsa katkı sağlamaktadır. Bu katkının adalet sisteminde kapsadığı alanın önemi ve büyüklüğü, avukatların vatandaşların adalete erişiminde kilit rol oynamasına neden olmaktadır. 

Barolar, avukatların kayıtlı olduğu kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarıdır. Barolar, yasaların bir meslek kuruluşu olarak kendilerine yüklediği görevlerinin yanında, yargı sisteminin bir parçası olarak avukatların kurumsal örgütü niteliğindedir ve hukukun gelişmesine bizzat taraf olmak suretiyle katkıda bulunurlar. Nitekim Avukatlık Kanunu’nun 76. maddesine göre, “Barolar; avukatlık mesleğini geliştirmek, meslek mensuplarının birbirleri ve iş sahipleri ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni sağlamak; meslek düzenini, ahlâkını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak, avukatların ortak ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tüm çalışmaları yürüten, tüzel kişiliği bulunan, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır.”

Baroların adalete erişim konusunda etkin ve son derece önemli rolleri vardır. Özellikle toplumsal anlamda dezavantajlı grupların adalete erişiminin sağlanmasında barolara büyük görev düşmektedir. Barolar adli yardım ve CMK sistemleri aracılığıyla bu grupların adalete erişmesinde önemli rol oynamaktadır. Bunların yanı sıra barolar kendi içlerinde kurdukları çocuk hakları, mülteci hakları, hayvan hakları merkezleri ve çeşitli komisyonlar ile de tüm kesimlerin korunmasında etkin rol oynamaktadır. 

Anayasamıza göre Türkiye Cumhuriyeti bir sosyal devlettir. En geniş kabul gören tanımı itibariyle sosyal devlet bireylere insan onuruna yakışır yaşam düzeyi sağlayan devlettir. Sosyal devletin gerekliliklerinden bir tanesi de adalete erişimin herkese eşit olmasıdır. Adalete erişim ile sosyal devlet ilkesi arasındaki ilişkiyi, salt resmi hukuk mekanizmalarının yetersizliği üzerinden anlamamak gerekir. Çünkü bu ilişki kişilerin toplumsal kaynaklara erişiminde eşitsizliğe neden olan tüm yapısal ve tarihsel engelleri de ima eder (Kalem Berk, 2012).


CMK Uygulama Servisi

Ceza muhakemesinde adil yargılamanın sağlanması için savunma hakkının etkin bir şekilde kullanılması gerekir. Savunma hakkının etkin olarak kullanılmasında en önemli rol müdafiye düşmektedir. Müdafinin savunmaya dahil edilmesi hakkın etkinliğini büyük oranda arttırmaktadır. Bu nedenle çalışmamızda da üzerinde ısrarla durduğumuz ve savunduğumuz husus, savunma hakkının daha etkin kullanılabilmesi için zorunlu müdafilik sisteminin kapsamının genişletilmesi ve daha da etkinleştirilmesidir.

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda zorunlu müdafilik bazı hallerde kabul edilmiş olup bunlar dışında yargılamada yer alan müdafinin ihtiyari müdafi kapsamında olduğu kabul edilmiştir. Zorunlu müdafilik, asıl olarak on sekiz yaşından küçük veya kendisini savunamayacak derecede malul ya da sağır ve dilsiz şüpheli veya sanık ile alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda kabul edilmiştir (CMK, m.150). Ayrıca gözlem altına alma kararı talep edilmesi haline (CMK, m.70/2), sorgu sırasında (CMK, m.147/1-c), tutuklama istemi halinde (CMK, m.101/3), duruşma düzenini bozmasından bahisle salondan çıkartılan (CMK, m. 204) ve yargılamasına devam edilen ya da gaip veya kaçak olan sanık hakkında da müdafi bulundurulması (CMK, m. 244) zorunlu tutulmuştur.

Ancak olağanüstü hâl döneminde çıkartılan ve kanunlaşan kanun hükmünde kararnameler sonrasında zorunlu müdafiliği gerektiren hallerde, yargılamanın sürüncemede bırakılmaması amacıyla müdafi bulunmasa dahi yargılama devam edebilecek ve müdafinin hukuki yardımı olmaksızın hüküm verilebilecektir. Demokratikleşme yolunda bir adım olarak görülen ve 1992 yılında yasalaşan 3842 sayılı Kanun ile uygulamamıza giren zorunlu müdafilik sistemi, son düzenlemelerle birlikte hukuken varlığını sürdürse de fiilen yok olmaya yüz tutmuştur. Demokratik bir hukuk devletinin gereği olarak 1992 yılında kabul edilmiş bu sistemin, aradan geçen yılların sonunda gerisine düşmek, savunma hakkının kullanılmasında ve dolayısıyla adil yargılanmanın sağlanmasında, adalete duyulan güveni sarsması kaçınılmaz olacaktır.

Zorunlu müdafilik uygulamada çoğunlukla hukuk fakültesinden mezun olup stajını tamamlayan yeni avukatların, para kazanmak ve mesleği deneyimlemek amacıyla yer aldıkları bir sistem olarak görülmektedir. Bu nedenle, zorunlu müdafilik sistemi ile amaçlanan savunma hakkının etkinliğinin arttırılması hedefine ulaşılamamaktadır. Oysa devletin uluslararası sözleşmeler kapsamında şüpheli veya sanığa hukuki yardım alması amacıyla müdafi görevlendirme yükümlülüğü mevcut ise de asıl amaç, şüpheli veya sanığın müdafiden etkin olarak yararlanabilmesidir. Dolayısıyla sadece maddi kaygı ile veya mesleki tecrübe kazanmak amacıyla bu sistemde verilen avukatlık hizmetiyle, zorunlu müdafilik sisteminin amaçladığı hedeften uzaklaşılmaktadır.

Zorunlu müdafilik sisteminde, sistemin tek sorunu sistemi tanımayan avukatlar değildir. Uygulamada yer alan kolluk, savcılık ve mahkeme de kimi zaman sistemin amacını zora sokabilmektedir. Özellikle kolluk aşamasında müdafinin şüpheli ile görüşmesinde sıkıntılar yaşanmaktadır. Çoğu zaman fiziki koşulların elverişsizliği, müdafinin şüpheli ile kanun tarafından kendilerine tanınmış güvenilir ortamda görüşme yapmalarına olanak vermemektedir.

Ayrıca kollukta, soruşturma evraklarının müdafi tarafından incelenmesi, hâkim kararı olmaksızın alınmış gayri resmi ve gayri hukuki gizlilik kararları ile engellenmeye çalışılmaktadır. Savcılık ve mahkeme de şüpheli veya sanık tarafından seçilmiş olan müdafi ile zorunlu müdafilik sistemi tarafından görevlendirilmiş olan müdafiye karşı ayrı standartlar uygulamaktadır. Zorunlu müdafilik sistemi kapsamında görevlendirilen müdafiye söz hakkı dahi verilmemekte ve bu sistem, uygulamadaki bir prosedürün yerine getirilmesi olarak görülmektedir. Ancak belirttiğimiz gibi bu durumun böyle algılanmasındaki en büyük rol sistemi tanımayan avukatlar olduğu için yargılamanın diğer makamları da sistemin niteliğine gereken önemi göstermemektedirler.

Şüpheli veya sanığın en temel hakkı kendisini savunabilmesidir. Ancak suçlama karşısında duyulan panik ve heyecan sebebiyle kişi kendini doğru olarak ifade edemeyecek hatta bu nedenle yargılama sonunda haksız olarak mahkûm olabilecektir. Bunların yaşanmaması için suç isnadı altında bulunan şüpheli veya sanık, mümkün olan en kısa sürede bir müdafinin hukuki yardımından faydalanabilmelidir. Kişinin özgürlüğünün kısıtlanması gibi ağır yaptırımlar karşısında elindeki tek kozu savunma hakkı olduğundan onun adına savunma görevi üstlenen müdafi de bu sorumluluğun bilincinde olmalıdır.

Suçla ilgisi olmayan şüphelinin tutuklanması veya sanığın haksız yere cezalandırılması başta onların ve ailelerinin, sonrasında ise tüm toplumun adalete olan güvenini sarsacaktır. Müdafi ise devletin cezalandırma yetkisi karşısında şüpheli veya sanığın haklarını onlar için koruyarak adaletin yerine gelmesinde toplum vicdanının sesi olacaktır. Bu nedenle müdafinin bu görevi yerine getirecek nitelikte bir hukukçu olması gerekir. Ancak bu şekilde müdafiden yararlanma ve savunma hakları adaletin gerektirdiği konuma ulaşacaktır.

Bununla birlikte yargı makamlarının ve dahi kolluk görevlilerinin de bu hususun bilincinde olması ve bu itibarla zorunlu müdafilik sistemini sadece uyulması gereken bir prosedür olarak görmekten çıkıp; etkin, adil ve hakkaniyete uygun bir sonuca ulaşılmasındaki temel bir yapı taşı olarak değerlendirmesi de aynı derecede önem taşımaktadır. 

CMK sürecinin bir diğer sıkıntılı boyutu ise bu süreç dahilinde görev alan avukatlara yönelik ödeneklerin miktar ve ödeme zamanlarında kendisini göstermektedir. Bugün bir ağır ceza mahkemesi nezdinde görevlendirilerek defalarca duruşmaya girmek zorunda olan, istinaf ve temyiz dahil tüm hukuki süreçleri takip eden bir zorunlu müdafinin eline yalnızca 1000 TL civarı bir para geçmektedir. Benzer bir süreçi takip eden ABD’de ise bu miktar 1470 dolar olarak belirlenmiştir.

İşin daha da vahim yanı, bu kısıtlı ödemeye erişmek isteyen zorunlu müdafiler makbuz kesmek zorunda olduklarından alacakları vergiye tabi kılınmakta ve son aşamada brüt alacaklarının 5000 TL üstünde olduğu durumlarda ise ödemeleri bloke edilerek tamamen yetkisiz ve hukuksuz bir biçimde Cumhuriyet Başsavcılıkları tarafından vergi dairesinden “borcum yoktur” şeklinde bir yazı getirilmesi zorunlu kılınmaktadır. Bu durum sistemin cazibesini ortadan kaldırmakta ve daha fenası aldığı cüz’i rakam karşısında bazı avukatların etkin bir biçimde süreci takip etmemesi gibi ağır ve vahim bir sonucu beraberinde getirmektedir. Bu aşamada ödeneklerde artışa gidilmesi, vergiden muaf kılınması, yol ücretlerinin artırılması ve ödeme süreçlerinin kısaltılması gerektiğini belirtmekte fayda görmekteyiz. 


Adli Yardım

Günümüz modern hukuk sistemlerinde adalet dağıtımı ücretsizdir. Fakat tarafların yargılama dolayısıyla gerekli birtakım masraflar yapmaları gerekir ki, bu masrafların karşılanması bazı durumlarda tarafların ekonomik gücü ve imkânlarını aşabilir. Bu sebeple de bu kişiler açısından haklarını kaybetme tehlikesi doğabilir ve bu durum da sosyal adalete ilkesine uygun değildir. Adalet dağıtımı hizmetini sadece maddi imkânları bulunanların yararlanabilecekleri bir hizmet olmaktan kurtarmak için, yargılamanın gerektirdiği masrafları ödeyemeyecek durumda olan kişilerin geçici olarak da olsa bu masraflardan muaf tutulması ve gerekirse kendilerine bir vekil tayin edilmesi gerekmektedir.

Bu kapsamda maddi hukuktan doğan bir hakkın yargısal teminatı için gereken masraflardan ilgiliyi geçici olarak muaf tutmaya “adli yardım” adı verilmektedir. Pozitif hukukumuzda adli yardım kavramının sistematik olarak bir tanımının yapıldığını söylemek mümkün değildir. Ancak kurumun amacı, hizmetin niteliği, kapsamı ve kurumdan yararlanma şartları bakımından yasa ve yönetmeliklerde çeşitli tanımlar yapılmaya çalışılmıştır.

TBB Adli Yardım Yönetmeliği’nin 1. maddesinde, adli yardımın amacından yola çıkılarak, adli yardım kurumu, kişilerin hak arama özgürlüklerinin önündeki engelleri aşmak ve hak arama özgürlüğünün kullanımında eşitliği sağlamak üzere, avukatlık ücretlerini ve yargılama giderlerini sağlama olanağı bulunmayanların bu hizmetlerden yararlanmasıdır” şeklinde tanımlanmıştır.

1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 4667 sayılı kanun ile değiştirilen adli yardımın kapsamı başlıklı 176. maddesi uyarınca adli yardım, avukatlık ücretlerini ve diğer yargılama giderlerini karşılama olanağı bulunmayanlara Avukatlık Kanunu’nda belirtilen avukatlık ücretlerinin sağlanmasıdır.

Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 334. maddesinde de; Kendisinin ve ailesinin geçimini önemli ölçüde zor duruma düşürmeksizin gereken yargılama ve takip giderlerini kısmen veya tamamen ödeme gücünden yoksun olan kimseler, iddia ve savunmalarında, geçici hukuki korunma taleplerinde ve icra takibinde, haklı oldukları yolunda kanaat uyandırmak kaydıyla adli yardımdan yararlanabilirler hükmü getirilerek mevcut düzenlemenin dili sadeleştirilmek suretiyle ve geçici hukuki korunma taleplerinde de adli yardımdan yararlanılabilme yolunda bir ilave olarak kabul edilmiştir.

Adli yardım iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Birincisi, baro tarafından avukat atanması şeklinde iken diğeri ise yargılama giderlerinden muaf tutulmak şeklindedir. Toplumsal adaletin gerçekleşmesinin amaç edinildiği sistemlerde bile bireyler, adli hizmetlerden yararlanabilmek için yargılama giderlerinin belirli bir kısmını devlete ödemektedirler. Harç alma amaçlarından biri de adaletin sağlanması olarak kabul edilirse, devletin benimsediği politik sistemin bireylerin yargılama giderlerine katılmaları ile ilgili olmadığı hususunu kabul etmek gerekmektedir. Harç almanın amaçlarından biri adaletin sağlanması, adalet mekanizmasının gereksiz yere meşgul edilmesinin engellenmesi olarak kabul edilebilirse de devletin temel aldığı politik sistemin bir gereği olduğu da göz ardı edilmemelidir. 

Modern anlamda devletin, ücretsiz adli yardım dâhil olmak üzere adalete erişimi sağlayacak etkili mekanizmaları kurma görevi olduğu kabul edilmektedir. Böylelikle, temel insan hakları arasında sayılan ve öyle kabul edilen adli yardım, ulusal ve uluslararası sahada çeşitli bildiri, sözleşme ve iç hukuk kurallarıyla düzenlenmiştir.

Hak arama özgürlüğünün kullanılabilmesi için yargılama harcını ödemek gibi yargılama kurallarını yerine getirmek gerekmektedir. Ancak, bireyler söz konusu yargılama kurallarını gerçekleştirmeye ilişkin imkâna sahip olmadıkları için bu kuralları yerine getiremiyorlarsa, diğer bir ifadeyle yargı organına başvurmada objektif açıdan imkânsızlık varsa bu durum, hak arama özgürlüğünün gerçekleşmesine ciddi bir engel olarak görülmelidir. İşte bu engellerin giderilmesine yönelik tedbirleri alma görevi sosyal devlet olmanın gereklerindendir.

Adil yargılanma hakkını gerçekleştirme amacına yönelik temel bir insan hakkı olan hak arama özgürlüğü, kullanımını engelleyen veya güçleştiren ekonomik ve sosyal engellerin kaldırılarak güvence altına alınması öncelikle bir iç hukuk sorunu olarak ele alınmış ancak uluslararası düzenlemelerle de bu husus genel ilke ve kurallara bağlanmıştır.

Devlet, adli yardım kurumu ile Anayasa’nın ve uluslararası sözleşmelerin tanımış olduğu hak arama hürriyetini (Anaysa, m. 36/1, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, m. 6) ekonomik anlamda güçsüz ya da elverişsiz durumda olan kimseler bakımından kısıtlayıcı ekonomik engelleri, diğer bir ifadeyle yargılama masraflarını, kaldırmış olmaktadır. Anayasal bir hak olan “hak arama hürriyetinden” yararlanmak her kişinin hakkıdır. Anayasal hakkın kullanılmasını sağlayacak yasal olanaklar bulunduğu oranda, hak aramada eşitlik gerçekleşebilir. Bu nedenle yargı önünde hakkını arayan kişilere yardım etme gereği doğar.

Adli yardım, ekonomik açıdan elverişsiz olanlara hak arama özgürlüğünü kullanma olanaklarından yararlanmayı sağlar. Böylece; adli yardım sayesinde yargılama makamlarının (ve diğer resmi makamların) işletilmesinin sadece ekonomik açıdan elverişli durumda bulunan kimselerin tekelinde olması önlenmiş olur. Özellikle medeni usul hukukunda kendine özgü bir kurum olarak adli yardım, devletin vatandaşlarının hukuki korunma taleplerini olumlu karşılama görevini yerine getirebilmesini sağlayarak diğer usul hukuku kurumlarından ayrılmaktadır. Bu sebeple adli yardım, öncelikle hukuksal koruma alanındaki sosyal yardımın bir görünümüdür ve bu bakımdan adli yardım, medeni usul hukukunda şekli ve usule ilişkin bir kurum olmaktan ziyade, sosyal mülahazalarla oluşturulan, yargılamanın işleyişine yardımcı olan bir kurumdur.

Adli yardım faaliyetlerinin etkin bir şekilde işlemesini adalete erişimin bir gereği olarak değerlendirmek, hukuk önünde eşitlik prensibinin bir uzantısıdır (Kalem Berk, 2012). Önemle belirtmek gerekir ki adli yardım sisteminin baro aracılığıyla icra edilmesi oldukça önemlidir. Dezavantajlı gruplara yönelik şiddetin ve ihlallerin fazla olduğu bir ülkede kişilerin adalete erişiminin sağlanması çok önemlidir. Bu sayede her düzeydeki toplumsal azınlıklar hukukun korunmasından faydalanabilecek ve hayatlarını idame ettirebileceklerdir. Aksi takdirde demokratik toplum yapısının en önemli yapı taşlarından birisi olan çoğulculuk ilkesi değer kaybedecektir. 

Ancak bu aşamada önemle belirtmek isteriz ki adli yardıma ilişkin olarak ödenek kısıtlılığı da oldukça eleştirilen bir başka husustur. Bütçenin sınırlı olmasının önemli bir sonucu ise az sayıda kişiye hizmet sunulması ve hatta sunulan hizmetin niteliğinin de sorunlu hale gelmesidir. Söz konusu sistemin kurumsallaşması için projelerin daha uzun soluklu olması gerekmektedir. Ancak ödenek sıkıntıları nedeniyle daha kısa dönemli ve hemen sonuç verecek projelere odaklanılmaktadır. Hal böyle olunca da sistem bir türlü tam anlamıyla kurumsal hale gelmemektedir. Nitekim giderek daha az avukat adli yardım sürecinde görev almakta, bu hususa dair nöbetler daha az rağbet görmektedir. Ödeneklerin düşük olması ve kimi zaman bir yılı aşan süreler sonrasında ödenmesi sistemin temel noksanlarından biri haline gelmiştir.


Baro Komisyonları ve Merkezleri

Baronun adalete erişimde önemli rollerinden birini de komisyonlar ve merkezler oluşturmaktadır. Barolar nezdinde Çocuk Hakları Merkezi, Kadın Hakları Merkezi, Mülteci Hakları Merkezi ve Engelli Hakları Komisyonu gibi merkezler ve komisyonlar kurulmuş olup halen de aktif bir biçimde faaliyet göstermektedir. Bu kurum ve komisyonlar, adalete erişimde zorluk yaşayan dezavantajlı kişi ve grupların haklarını savunmak, bu kişi ve grupların insan haklarına ve uluslararası standartlara uygun muameleye tabi tutulmasını sağlamak, toplumsal farkındalık ve bilinç sağlamak gibi çeşitli unsurları gündem etmekte ve bu alanlarda çalışarak adalete erişimini sağlamaya çalışmaktadır.

İstanbul Barosu Merkezler, Komisyonlar ve Kurullar Yönergesinin 2. maddesinde bu kurumların amacını; “Hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak, korumak ve bu kavramlara işlerlik kazandırmak, avukatlık mesleğini geliştirmek, meslek mensuplarının birbirleri ve meslekleri ile ilgili ilişkilerini güçlendirmek” olarak tanımlanmaktadır. Nitekim toplumda infial yaratan kadın cinayetleri, çocuk istismarları ve insan hakları ihlalleri gibi konularda bu komisyon ve merkezler doğrudan inisiyatif alarak davalara müdahil olmuş, dezavantajlı grupların kendilerini adalet mekanizması içinde yalnız hissetmemesi için hukuk sisteminin izin verdiği gerekli mücadeleyi vermişlerdir.

Nitekim İzmir Barosu nezdinde kurulan Mülteci Hakları Merkezi, yakın zamanda İzmir Harmandalı Geri Gönderme Merkezinde yapıldığı iddia edilen işkence iddialarına ilişkin ivedilikle harekete geçmiş, yetkililer hakkında suç duyurusunda bulunmuş ve söz konusu iddiaların araştırılması için sorumlu makamların harekete geçmesini talep etmiştir. Bir diğer örnek durum ise kadın cinayetleri ve kadına şiddet olaylarında barolar nezdinde kurulan komisyon ve merkezlerin göstermiş oldukları reaksiyon ve tutumdur. Nitekim bu komisyon ve merkezler yüzlerce davaya müdahil olmuş, şiddeti önleyecek önlemlerin alınması için yapılması gereken yasa tasarıları ve çalıştaylar düzenlemiş, şiddet gören kadınlar için gerekli önlemlerin alınması için de idari makamlarla daim suretle iletişim halinde olmuştur.

Aynı zamanda bu komisyonlar meslek içi eğitimlerle de mesleğin niteliğini arttırarak, avukatlar arasında da söz konusu hak ihlalleri ve dezavantajlı gruplar için farkındalık yaratmayı başarabilmesi, gayet dikkat çekicidir. Tüm bu açıklamalarımız dahilinde belirtmek isteriz ki baroların bünyesinde faaliyet gösteren merkez ve komisyonlar bireysel hak ve özgürlüklerin korunması anlamında çok ciddi katkılar sağlamakta; Spor Hukuku gibi komisyonlar ile meslektaşlar arası dayanışma ve birliktelik duygusu artırmakta ve Hayvan Hakları Komisyonları ile doğaya önemli bir dokunuş sağlamaktadır.

Ancak unutulmamalıdır ki söz konusu komisyon ve merkezler temelde gönüllülük esası ile çalışmakta ve üyeleri de yine gönüllü avukatlardan oluşmaktadır. Bu komisyonların mutlak surette güçlü bir sekreterya modeline sahip kılınması ve gönüllülük esası ile dahil olan avukatların komisyonlara küstürülmeyip aktif çaba ve çalışmalar içerisine girmeleri son derece ciddi bir meseledir. Bunun yanı sıra baro başkanlık ve yönetim kurullarının da komisyon ve merkezlere üyeliği ve bu yapılardaki çalışmaları özendirici birtakım tedbirler alması, yalnızca avukatlar arasındaki birlik ve beraberliği sağlamayacak aynı zamanda yargısal erk ve siyasi otorite nezdinde zayıf düşen tüm kesimlere destek olunmasını beraberinde getirecektir.

Bununla birlikte hâlihazırda baroların ekonomik olarak tasarruf tedbirleri alma zorunluluğu içerisinde kalmaları mevzubahis komisyon ve merkezlerin çalışmalarına önemli ölçüde sekte vurmuştur. Mevcut durumda pek çok komisyon aktif bir biçimde yürütmek istedikleri faaliyetleri gerçekleştirememekte ve bu kapsamdaki kaynak taleplerine karşılık bulamamaktadırlar. Bunun yanı sıra baroların bireye dokunduğu uzantılar olarak düşünebileceğimiz komisyonların faaliyetlerinde barolar içerisindeki farklı ve birbirine karşıt grupların gönüllülük esası ile yer alması, çalışmaları baltalayıcı bir etki oluşmasına yol açmaktadır. Oysa ki bizce olması gereken; her tür siyasi yahut fikri ayrılık bir kenara bırakılarak avukatların görev aldıkları merkez ve komisyonlar nezdinde aktif çaba ve çalışmalar içerisine girmeleridir.

Bu kapsam dahilinde baroların maddi kaynaklarının değerlendirilme sürecinde topladıkları aidatların daha geniş bir ölçüde bu komisyon ve merkezlere aktarılması çok daha büyük faydalar sağlayacaktır. Ancak kakofoni boyutunda kalan tartışmalar yerine fiilen sonuç getirici faaliyetler içerisine girilmesi ve gerekirse siyasi baskı ve mekanizmalara karşı koyulabilmesi son derece önemlidir. Bu noktada çalışmaların etkin düzeyde sağlanabilmesi, bireylere inilmesi ve dahası barodaki komisyon ve merkezlerin etkinliğinin gözler önüne serilmesi açısından ilgili yapıların medya ile yakın ilişki dahilinde hareket etmesi ve sosyal medyayı da güçlü bir biçimde kullanmalarının önemli olduğunun altını çizmekte fayda görmekteyiz.


Sonuç ve Değerlendirme

Adalete erişimden anlaşılması gerekilen yalnızca yargılama yapan makamlara başvuru imkanı değildir. Bunun yanı sıra başvurucunun en makul sürede ve en az masrafla adil bir hüküm elde etmesini sağlamaktır. Hukuk devleti olduğunu iddia eden her devletin adalete erişimin önündeki ekonomik, siyasi ve sosyo-kültürel nedenli engelleri tespit ederek tek tek kaldırması gerekir. Aksi takdirde mevcut engeller nedeniyle kişiler uyuşmazlıklarını hukuk önüne getiremeyecek ve başka hukuk dışı çözüm yollarına başvuracaktır.

Yukarıda da belirtildiği üzere Adli Yardım ve CMK sistemleri ile bunların yanında toplumda dezavantajlı grupların sorunlarına ses olan komisyonların bulunması, toplumun büyük çoğunluğu açısından adalete erişimde önemli bir rol oynamaktadır. Sosyo-ekonomik vb. sebepler uyarınca vatandaşların büyük bir çoğunluğu özel vekil / müdafi tayin edememektedir. Hal böyle olunca da kişiler baroların kurmuş olduğu bu sistemler vasıtasıyla adalete erişimi sağlamaktadır.

AİHM’in adli yardım sistemine ilişkin olarak verdiği ilk karar olan Airey/Ireland (Özman, 1979) kararında, kocasından uzunca süredir şiddet gören kadının, mahkeme masraflarını karşılayacak mali durumda olmaması ve adli yardım sisteminin de olmaması nedeniyle mahkemeye erişim hakkının sınırlandırıldığını belirtmiştir. AİHM burada devletin pozitif yükümlülüklerine işaret etmiş ve dezavantajlı kişilerin erişimini sağlayacak uygulamalar yapılması gerektiğini belirtmiştir. Bununla beraber barolar, bünyesinde kurulan komisyonlar ve merkezlerle dezavantajlı grupların savunma ve adil bir yargılanma konusunda güvence altına alınması için gerekli çalışmalar yapmışlardır.

Baroların bir diğer adalete erişimdeki misyonu ise toplum nezdinde bir denge mekanizması vasfına haiz olmasıdır. Kanunların yapım aşamasında fikirlerinin alınması, hukuksuz girişimlere karşı koyma ve kamuoyu oluşturma niteliğine sahip olmaları ve toplum nezdinde itibarını korumayı başarmış nadir kurumlardan biri olması, baroların adalete erişim nezdindeki önemi ortaya koymaktadır.

Önemle belirtmek gerekir ki sistemlerin varlığı tek başına yeterli değildir. Bunların yanı sıra sistemin aktif ve düzgün bir hale getirilmesi de önemlidir. Uygulamada bakıldığı takdirde bahsi geçen sistemlerde birçok eksiklik mevcuttur. Bunlardan en önemlisi adli yardım tarafından tayin edilen avukatların bazılarının yeterince eğitilmemiş olmasıdır. Yani adli yardım tarafından tayin edilen avukatların iyi bir eğitim almış olması oldukça önemlidir. Bu eğitimin teoride değil de pratikte ilerlemesi de oldukça elzemdir.

Aynı zamanda bu eğitimin tek bir sefer verilmemesi aksine süreklilik arz etmesi gerekmektedir. Belirli aralıklarla eğitimin güncelleştirilmesi ve uygulamadaki değişiklikler uyarınca eğitimlerin değişime ayak uydurması gerekmektedir. Dolayısıyla belirli aralıklarla düzenlenecek olan eğitimlere katılım durumuna göre adli yardım ve CMK sisteminden atamaların yapılması, uygulamadaki sorunları bir nebze de olsa giderecektir.

Ayrıca bu eğitimin diğer bilim dalları ile de desteklenmesi gerektiği aşikârdır. Zira adli yardımdan gelen bir dosyada avukatlar her ne kadar eğitimi olmasa da kimi zaman psikolojik destekler dahi vermektedir. Kısacası yalnızca hukuki destek değil aynı zamanda da tabiri caizse psikolojik destekler de vermektedir.