GÖRÜŞ YAZILARI
Gülnaz Yücel
İLKE Vakfı
Asya kıtasından Avrupa’ya transit geçiş için uzun yıllar göç rotasında yer almış bir ülke olan Türkiye, 2011 yılı sonrası Suriye’de başlayan ayaklanmaların iç savaşa dönmesiyle ciddi bir sığınmacı nüfus ile karşı karşıya kalmıştır. Türkiye üzerinden Avrupa’ya düzensiz göçlerin devam etmesi, Avrupa Birliği’nin de göçü bir tehdit olarak görüp kontrol altına almak istemesine neden olmuştur. Bu doğrultuda 2013 yılında gerçekleşen Türkiye ve AB arasındaki Geri Kabul Anlaşması ile sığınmacı ve mültecilerin Türkiye’de kalması ve buna karşılık Türkiye’ye AB tarafından masraflar için fon verilmesi kararlaştırılmıştır.
28 Şubat 2020’ye gelindiğinde bu anlaşma üzerinden kurgulanan mülteci politikası askıya alınmış ve Türkiye, Yunanistan ile olan sınır kapılarını mültecilerin geçişi için süresiz olarak açmıştır. Türkiye’de özellikle ikamet izni bulunmayan, geçici koruma altında bulunan veya herhangi bir resmî statü sahibi olmayan yüzlerce mülteci Avrupa’ya gidebilme umuduyla sınıra gelmiştir. Ancak Yunanistan sınır kapılarını açmamış ve mültecilere şiddetli müdahalelerde bulunmuştur.
Yunan polisi tarafından iltica için sınır kapısına gelen mültecilerin başvurularının alınmaması, kaçak yollarla Yunanistan’a geçen mültecilerin yakalanıp sınır dışı edilmesi, sınıra gelen mültecilere gerçek ve plastik mermi kullanarak ateş edilmesi, gaz ve ses fişekleri ile uzaklaştırılmaya çalışılması, mülteci botlarının batırılması, sınırı geçtikten sonra yakalanan mültecilerin elbiselerinin çıkartılarak işkenceye uğraması ve Yunan polisi tarafından para ve eşyalarına el konulması gibi birçok insan hakkı ihlali görülmüştür.
Sınıra gelen mülteciler Türkiye’nin hukuki korumasından yararlanamadıkları için İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne göre Yunanistan tarafından uluslararası koruma ve iltica hakkına sahiptir, ancak Yunanistan bu hakları ihlal etmiştir.
Türkiye sınırların açık olduğunu duyurduktan sonra mültecilerin bir gece içinde sınıra gelmesi ile durumun kontrolden çıkacağı göz önünde bulundurulmamıştı. Türkiye böyle bir krize hazır olmadığı gibi, bu kadar insan hakkı ihlali olacağını da hesaba katmamıştı. Yunanistan ile herhangi bir mutabakat olmadan mültecilere sınır kapılarının açık olduğunun duyurulması, esasında göç politikasının büyük bir zafiyeti olarak gün yüzüne çıkmıştır.
2020 yılının nisan ayına gelindiğinde ise Adana’da polisin dur ihtarına uymadığı iddiasıyla Ali El Hamdan kalbinden vurularak öldürülmüştür. Ali El Hamdan’ın COVID-19 salgını kapsamında gerçekleştirilen 20 yaş altındakilerin sokağa çıkma yasağına uymadığı gerekçesiyle ceza almaktan korkup koşarak uzaklaşmaya çalıştığı iddia edilmiştir. Ali el Hamdan’ı vuran polis görevden alınarak “kasten adam öldürme” suçuyla tutuklanmıştır. Bunların sonucunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Ali El Hamdan’ın babasını arayıp başsağlığı dilemiş ve yedi yıldır Türkiye’de olan aileye Cumhurbaşkanı talimatıyla vatandaşlık verilmiştir. Ali El Hamdan’ın herhangi bir suç işlememiş olmasına ve üzerinde bir silah veya saldırıda kullanılmak üzere kesici bir alet olmamasına rağmen polis tarafından nişan alınarak vurulması insan hakları ihlali olduğu kadar toplumsal huzuru da etkileyen bir olaydır.
Bu olaydan bir ay sonra mayıs ayında ise okuma ve çalışma amacıyla Türkiye’ye gelen 19 yaşındaki Hafizullah adlı Afgan genç kâğıt toplarken çöp konteynırının yanında bıçaklanıp öldürülmüştür. Hafizullah’ın arkadaşları kendi aralarında para toplayarak naaşını Afganistan’a göndermiştir. Haziran 2020’de Denizli’de 9 yaşındaki engelli bir Suriyeli çocuk, 16 yaşında bir Türk çocuğun cinsel istismarına maruz kalmıştır. Savcılık olayla ilgili soruşturma başlatmış ve polis suça sürüklenen çocuğu gözaltına almıştır.
Afganistan ve Pakistan’dan gelen mültecilerin göç rotası genellikle İran sınırında bulunan Van üzerinden gerçekleşmektedir. 27 Haziran’da Van’ın Gevaş ilçesinden Van Gölü’ne açılan mülteci teknesinin kaybolması üzerine arama kurtarma çalışması yapılmıştır. Teknenin battığının öğrenilmesi üzerine AFAD, UMKE, valilik, jandarma ve emniyet ekiplerince gerçekleştirilen çalışmalar sonucu 61 cenazeye ulaşılmıştır. Yapılan otopsi ile cenazelerin Afganistan ve Pakistan uyruklu mültecilere ait olduğu anlaşılmıştır. Bu olaydan dört ay sonra 4 Ekim 2020’de yine Van’da göçmen kaçakçılığı nedeniyle olaylar yaşanmıştır. On beş kişilik minibüse yetmiş üç mültecinin bindirilmesi üzerine iki kişi havasızlıktan yaşamını kaybetmiştir.
Suriyeli mülteciler diğer mültecilerden farklı olarak geçici koruma altında Türkiye’de ikamet ederken, diğer mülteciler ise uluslararası koruma almaktadır. Uluslararası koruma alan mülteciler üçüncü bir ülkeye yerleştirilene kadar Türkiye’de belirsizlik içinde barınmaktadır. Haziran 2020’de Afgan Mültecilerle Dayanışma Derneği Başkanı Ali Hekmat bu durumun da mülteciler arasında ayrımcılığa neden olduğunu ve Afgan mültecilere de uluslararası etkin koruma sağlanması gerektiğini belirtmiş ve Suriyeli mülteciler ile Afgan mülteciler arasındaki bu ayrıma son verilmesi çağrısında bulunmuştur.
Olabilecek bütün hayati riskleri göze alarak Türkiye’ye gelmeye çalışan ve Avrupa sınırının kapalı olması nedeniyle de Türkiye’de zor şartlar altında kalan mülteciler için ciddi politikalar gerçekleştirilmesi gerekmektedir. İlk olarak Türkiye’yi ekonomik ve sosyolojik olarak zorlayan bu göç akışının daha öngörülebilir ve yönetilebilir hâle getirilmesi avantajlı olabilir. Bunun için de Avrupa Birliği’nin Geri Kabul Anlaşması ile Yunanistan sınırının ötesinden gelen bu göç dalgasına gözünü yummaması için Türkiye’nin yeniden müzakereler başlatması gerekmektedir. Sınırlar karşılıklı olarak açılabilir ve böylece Türkiye hem Asya’dan hem Ortadoğu’dan gelen mülteciler için açık hava hapishanesi olmaktan çıkarılabilir.
Türkiye’nin göç politikasına bakıldığında genellikle sorunların üzerinin kapatıldığı ve politik kararlar ile çözümlerin alınmadığı görülmektedir. Yerel yönetimlerin toplumsal uyum için gerçekleştireceği çalışmaların merkezden yapılıp yapılmadığına dair denetiminin gerçekleştirilmesi göç yönetimini ve politikasını daha güçlü kılabilir. Ayrıca mültecilerin mevcut haklarına erişimi için yalnızca mültecilerin değil, toplumun da bilgilendirilmesi, uyum sürecindeki çatışmaları ortadan kaldırmak için daha faydalı olabilir. Gerek medyanın yanlış yönlendirmesi gerek vatandaşların mülteci hukuku ve haklarına dair bilgi eksikliği yaşaması, kamuoyunda vatandaşın bir hak gaspı veya ayrımcılığa maruz kaldığı algısı yaratmaktadır. Durumun aslında böyle olmadığının ve politik bir inisiyatif yerine yasaların tanıdığı haklar olduğunun topluma bildirilmesi karşılıklı uyum için oldukça etkili bir yaklaşım olabilir.