01 Ocak 1970

Tarihi Anlamak ve Ders Almak

Tarih ancak bir fotoğraf karesinin daha büyük bir karenin bir unsuru olduğu hakikatindeki gibi parça-bütün veya tikel-tümel birlikteliği üzerinden hakkıyla anlaşılır. Diğer bir ifadeyle tarih, tek tek hadiselere bakmaktansa genel bir insanlık bilgisi üzerinden yani “long period” bakış açısı ile hakkıyla idrak edilir. Bu sayede ne ağaca bakarak ormanı veya ormana bakarak ağacı ihmal edebilir, ne de ayrıntılarda boğulup bütünü ıskalayabilir veya bütüne takılıp tarihi gerçeklikten uzak kalabiliriz. Tabii olarak geçmişe geniş bir tarih anlayışı ile bakmaktan veya büyük fotoğraf ile tarihin vakıalarını ortaya koymaktan bahsediyoruz. Bu da son tahlilde İslam’ın istikamet verici unsurları itibariyle insanlık tarihindeki yerini kavramaktan geçmektedir.

Tarih Nedir?

Tarih, insanın halife olarak yaratılması ve hatta meleklerin kendisinin önünde eğil(ip secde et)mesi ile başlamıştır. Başlangıçtan günümüze kadar sür git devam eden bir keyfiyeti haiz bir şekilde tarih, “insanlık”ın arz üzerindeki yapıp etmelerinin, karşılaşmalarının, mücadelelerin ve imarının toplamı olarak anlaşılabilir. Burada her şeyden önce bizim için mühim olan husus, tarihin önce Hz. Adem ile şeytanın, daha sonra Hz. Adem’in oğullarından Habil ile Kabil’den itibaren süregelen “hak” ile “batıl”ın mücadelesinin sahnelendiği bir alan olarak anlaşılmasıdır. “Hakk”ın safını insanları tevhid ve adalete davet ederek hak ve hakikat bilincini geliştiren peygamberler tutarken; “batıl”ın safını ise kuvveti güç ve hak nedeni sayarak Allah’ın nizamını tanımayanlar oluşturmaktadır. Bu zaviyeden bakıldığı vakit tarih, bu ikisi arasındaki mücadelenin ürünüdür.

Kuran-ı Kerim’de hak ile batıl çok vazıh bir şekilde tasvir edilmektedir: “Allah, hak ile batılı böyle bir benzetme ile anlatır. Köpük yok olur gider, İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde yararlı kalır” (Rad Sûresi, 13/17) Ayet bir cihetten batılın imkan ve iktidar sahibi olarak köpük misali bazen hakka tahakküm kurabildiğini ifade ederken diğer cihetten hak yolda olanlara Peygamberlerin kurduğu düzeni korumalarını, ıslâhın yerini fesâdın almasına müsaade etmemelerini salık vermektedir. Bunun gerçekleşmesi için biri olmadığında diğerlerinin eksik kaldığı üç şeyden yani Vahiy/Kitap, Düzen/Mizan ve Güç/Kuvvet’ten bahseden ayette (Hadid, 57/25) Allah, vahiy doğrultusunda nizamın gerçekleşmesi ve sürdürülebilmesi için kuvvete de ihtiyaç olduğunu söylemektedir. Bu ayete göre insanlık vahiy doğrultusunda ilahi düzeni takip ettiğinde nizam ortaya çıkarmakta, bu düzeni takip etmediğinde ise yeryüzüne fesat takdim etmektedir. Bu yüzden insanlık tarihinde hak yolunda olanların egemen olduğu dönemlerde adalet, batılın hâkim olduğu dönemlerde ise savaşlar ve çatışmalar husule gelmiştir. İşte, bütün bunlardan dolayı, tarihte hakkın hâkim olduğu dönemlere “Hakkın Üstün Olduğu Dönemler”; batılın hâkim olduğu dönemlere ise “Kuvveti Üstün Tutan Zihniyetlerin Hâkim Olduğu Dönemler” diyebiliriz.

Tarihin Döngüsü

Bu dönemsel değişimler ile ilgili “…o günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz…” (Âl-i İmrân, 3/140) ayetinden hareketle son tahlilde yeryüzü iktidarının elden ele değiştirildiğini; dolayısıyla ister Müslüman olsun ister kâfir hiçbir milletin iktidarı ilelebet uhdesinde tutamayacağının salık verildiğini telakki etmekteyiz. Bu hususta ister İbn Haldun’un tarihin döngüselliği/çevrimselliği isterse de Muhammed Kutub’un imkân ve iktidarın elden ele değişimi tanımlamalarını kullanalım, Allah’ın hiçbir millete ebedi hükümranlığı vermediğini ifade edebiliriz. Şu halde, tarih insanlar arasında gücün el değiştirmesi ile sürmektedir.

Bu durum bugün Avrupa merkezci İlerlemeci Tarih Anlayışında Avrupa’nın Eski Yunan ve Roma-Germen’den beri kesintisiz ve doğrusal bir ilerleme içinde geliştiği varsayımının zihinsel bir kurmaca ve inşa olduğunu gösterir. Bu yüzden kanaatimizce ayet, meselelere modernitenin ilerlemecilik kurgusu içerisinden bakmamamızı; aksine insanların içinde bulundukları dönemin ruhunu iyi anlamamız gerektiğini telkin etmektedir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de dünya tarihinin unsurları olarak takdim edilen kıssalara baktığımız zaman buna dair çarpıcı örneklere rast geliriz. Örneğin; Hz. İbrahim döneminde Mezopotamya’da Babil kralı Nemrut, Hz. Musa döneminde Mısır’da Firavun, Hz. İsa döneminde ise Roma batıl sistemler olarak; Hz. Davut ve Süleyman kendi dönemlerinde Mezopotamya’da, Hz. Muhammed (a.s.) kendi döneminde Arabistan’da, Hz. Peygamberden sonra Müslüman imparatorluklar ise dünya üzerinde hak sistemler olarak iktidarda olmuşlardır.

İnsanlık tarihi neredeyse son on bin yılını mezkûr iktidar döngüsü çerçevesinde bir tahterevalli misali bazen imkân ve iktidar sahibi kılınıp yükselirken bazen de çöküşe maruz kalmayı gösterir. Ayetler bizlere esasında tahterevallinin çökmüş tarafında yer alındığında Hz. İsa, Hz. Musa, Hz. İbrahim; tahterevallinin yüksek tarafında yer alındığında ise Hz. Davut, Hz. Süleyman ve Hz. Muhammed misallerinden hareketle hakka uygun bir davranış sergileme hususunda sarih dersler vermektedir.

Tarih’e Peygamberlik Merkezli Bakmak

Açıkça görünen o ki, Mezopotamya insanlık tarihinde Kuran’da zikredilen hemen hemen tüm peygamberlerin kurucu unsurlar olarak yer aldığı, insanlık tarihinin merkezi ve vasatıdır. Avrupa son iki asırdır sahip olduğu kuvvet ile peygamberlerin ve dolayısıyla Mezopotamya’nın merkezde olduğu tarih anlayışını Avrupa merkezli bir tarih anlayışına taşımaya çalışmaktadır. Ancak uzun tarihsel süreçler dahilinde bakıldığında bu tasavvurun aksine Batılı güçler Mezopotamya kaynaklarına yaklaştığı müddetçe yükselmiş, imkan ve iktidar sahibi olmuş, bu yükselişle elde ettiği egemenliğin ve tahakkümün çeldiriciliği ile buradan koptuğunda ise imkan ve iktidar elinden alınmıştır. Esasında bu da, batı dünyasının döngüsüdür. Bu cihetten Avrupa tarihini anlamak için Mezopotamya tarihini takip etmek gerekmektedir.

Fark edileceği üzere bugün Mezopotamya vasatında Müslümanlar arasındaki iletişimi koparan, akışkanlığı durağanlaştıran, ticareti tıkayan ulus devlet ve batı tahakkümü bulunmaktadır. Bu yüzden bu tıkanıklığı açacak, iletişimi tekrar sağlayacak olan husus; ulus-devlet anlayışından tarihte peygamberlerin bu coğrafyada inşa ettikleri daire-i adalet merkezli ve farklılıkların bir arada yaşama kültürüne sahip olduğu birlikte yaşamayı gerçekleştiren yönetim fikrine yani İttihad-ı İslam’a doğru bir çabanın gösterilmesidir.

Son Söz Yerine

Hülasa edersek; bizim yapacağımız şey, bugün, tarihe vahiy, olaylara ise İslam ekseninde bakmak, Peygamberlerin tesis ettikleri dini, siyasi, içtimaî ve iktisadî dinamiklere göre insanlık ve tarih anlayışımızı yeniden bir ıslah/tecdit/ihya çabasına girmek olmalıdır. Bunun için tarihe İslam’ın ortaya koyduğu evrensel, bütüncül ve geniş perspektifi ile bakmak gerekmektedir. Şüphe yok ki, İslam’ın dünya tarihindeki yerini ve evrensel toplum fikrini kavrarsak modernite tecrübesi bizim için sıradanlaşacak ve Avrupa tarihin taşrasına dönecektir. Böylece dünya tarihinin hangi dinamiklerden beslendiği ve hangi mecraya doğru aktığı daha net görülebilir ve bu ferasetle insanlığın ufku açılabilir.

ÜYE KURULUŞLARIMIZ

ARAŞTIRMA MERKEZLERİMİZ