UZMAN GÖRÜŞÜ

15 Temmuz Öncesi ve Sonrası Sivil Toplum Kuruluşları

Abdullah Serenli

İstanbul Stratejik Düşünce ve Araştırma Merkezi (İSDAM) Başkanı

Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının gelişim ve değişim trendleri, ulusal ve küresel bazda gelişen kültürel, ekonomik ve siyasi nedenlerin etkisi ile farklılıklar göstermektedir. Yazı boyunca sivil toplum adına bahsi geçtikte “gelişim” kurumsallık ve kapasite, “değişim” ise vizyon ve felsefe anlamında kullanılmıştır. Özellikle Cumhuriyet döneminde üç döneme ayırabileceğimiz sivil toplum gelişimini; tek parti dönemi ile birinci, demokrasi denemelerinin görülmeye başlandığı çok partili hayata geçiş dönemi ile ikinci ve liberal politika uygulamaları ve küresel değişimler ile esas değişimlerin görüldüğü 1980 sonrası dönemi de üçüncü dönem olarak ayırabiliriz. Dolayısıyla bu dönem, üzerinde ayrıca durmayı gerektirmektedir. 

1980 sonrası yaşanan olaylar, sivil toplum kuruluşlarının gelişimini doğrudan etkilemiştir: Uygulanan liberal ekonomik politikalar, “küreselleşme, tarihin sonu ve tek kutuplu dünya” argümanları, 28 Şubat postmodern darbesi, 17 Ağustos depremi, 2000 sonrası AK Parti ile demokrasi ve özgürlüklerin genişleme frekansları, 2008 küresel ekonomik kriz, Arap Baharı, Gezi olayları, 17-25 Aralık operasyonları ve 15 Temmuz darbe teşebbüsü, sivil toplum kuruluşları adına süreçleri veya sonuçları itibari ile ulusal ve küresel etkileri olan hadiselerdir. Yazının çerçevesi boyunca daha çok Türkiye bağlamında kalarak yer yer temas edebileceğimiz ve 15 Temmuz’a getiren aşamalara hızlıca göz atabileceğimiz bu tarihî dönemeçler; siyasi, ekonomik ve toplumsal gerekçelerine kısmen temas edilerek daha çok etkileri ile yazının odağında tutulacaktır. 

1980 Sonrası Türkiye’sinde Sivil Toplum Algısındaki Değişimin Dinamikleri 

Türkiye’nin çok partili sistemle tanıştığı 1950 sonrasında demokratikleşme çabalarının kesintiye uğradığı dönemler olmuştur. 1960, 1971 ve 1980… Bu üç dönemin öncesinde ve sonrasında toplumsal hareketlenmelerde değişimler olduğunu gözlemleyebiliriz. Elbette ki hepsinin ortak özelliği, sivil iradenin yönetimine askerî yöntemlerle müdahale edilmesidir. 

1980 darbesinden sonra hâlihazırda kapatılmış olan tüm partiler ve siyaset yapmaları yasaklanmış olan siyasetçiler bir kenarda iken askerî yönetim, şartların hazır olduğunu düşünerek yönetimi sivillere devretmeye karar verdi ve 1983 yılında seçimler yapıldı. Seçimlerde askerî yönetimin desteklediği adaya karşın dünyayı tanıyan, yenilikçi ve demokrat Turgut Özal, halktan aldığı oy ile tek başına iktidar oldu. Bu seçimin öneminin 1980 sonrası Türkiye’sinde yaşanacak değişimler ve özellikle sivilleşme adımları konusunda ilk hamleyi (bu seçimlerle) aslında halkın yaptığı tercihten kaynaklandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Serbest piyasa ekonomisine geçiş hamleleri, yurt dışına eğitim için gitmiş bürokrat ve aydınların Türkiye’ye dönüşü ile sisteme dâhil olarak değişim söylemleri, liberal politikaların sadece ekonomi ile sınırlı kalmayıp sosyal ve siyasal politikalarda da kendini göstermesi, cumhurbaşkanlığı makamının sivilleştirilmesi ve halka yakınlaştırılması, toplum katmanların da birey hak ve özgürlükleri vurgusu gibi nedenler, bireyin kendini toplumda ifade edebilme aracı olarak sivil toplumda kendine yer açmıştır.

1950 sonrası siyasal örgütlenmelerdeki farklılıklar ile öncülüğünü işçi ve işveren temsilcilerinin yaptığı sivil toplum örgütleri, her ne kadar siyasal parti ve iktidarlarının (ve kısmen dolaylı olarak ideolojilerinin) gölgesinde kalmış olsa da sivil toplumun tekrar canlanması ve gelişmesi konusunda sivil anlayışı/örgütlenmeyi bir sonraki döneme aktaran umut verici gelişmeler olmuştur. Ayrıca bu dönemin karakteristik özelliği, devlet ve karşıt refleks oluşturma biçiminde toplumun bütününü kapsama alacak konularda örgütlenen sivil toplum yapıları olmuştur.

1980 sonrası dönemde ise yukarıdaki siyasal ve ekonomik yaklaşımların tesiri ile sivil toplum örgütlenmelerinin yapılanmalarında da değişimler yaşanmaya başlanmıştır. Genel olarak bireysel hak ve özgürlükler vurgusu üzerinden temel insan hakları, etnik ve dinî haklar, kadın hakları, dezavantajlı gruplar ile sağlık, çevre gibi özel konuları ele alan ve toplumun farklı kesimlerini 1980 öncesinin aksine aynı amaç altında birleştirebilen sosyal ve sivil platform alanları oluşturuldu. Yine aynı dönemde, İslami kaygılar ile faaliyet alanlarını kuşatan sivil toplum kuruluşları da “cemaatsel” söylemleri daha formel boyutlara taşımaya başlayan değişim dinamiklerini gösterdiler. Siyasal alanın açılımı ile farklılaşan sivil toplum yapılanmaları, sivil toplum algısındaki değişimleri belirgin olarak göstermiştir.

28 Şubat Postmodern Darbesi ve 17 Ağustos’ta Geri Dönen STK’lar

1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla iki kutuplu dünyanın tek kutba düşmesi, kalan egemen gücün sosyal ve siyasal politikalarını yaygınlaştırma çabası, sivil toplumu sadece Türkiye’de değil dünyada da daha fazla konuşulur duruma getirdi. Bu yıllar, devletlerin egemenliklerinin (sınırlarının ve devlete biçilen rollerin) tartışıldığı bir dönem oldu. Hemen hemen her konuda olduğu gibi dünyadaki gelişmeler eş zamanlı veya biraz geriden bir takiple Türkiye’ye de yansıdı.

Türkiye’de de 90’lı yıllarda sivil toplumun algısında ve sivil toplumun yapısında önemli değişimler oldu. Sivil toplum adına bu olumlu gelişmeler yaşanırken devletin iktisatçı tavrı, liberal serbest piyasa uygulamaları karşısında anayasada kendine biçilen rolün gerisinde kalmasına ve siyasal sebepler bir yana ekonomik bazı gerekçelerle de kendini gösterme refleksi belirmiştir. Bu anlamda postmodern darbe olarak nitelendirilen 28 Şubat müdahalesini, devletin kendini tekrar gösterme çabası olarak okumak ve en büyük etkisini STK’lar üzerinde gösterdiğini düşünmek mümkündür.

Bu dönemde bir paradoks olarak bazı sivil toplum örgütlerinin sivil alanı boşaltıp devletin siyasal ve sosyal alana müdahalesine alkış tutması, sivil toplumun gelişimi -dolayısıyla özgürlük, bireysel haklar, çoğulcu yönetimi vb. gibi demokratik haklar- konusunda gelişimini önemli ölçüde sekteye uğratmıştır. Bu uygulamalar, 1980 öncesinde çokça görüldüğü gibi devletçi refleksle hareket eden ve topluma karşı devletin safında yer tutan sivil oluşumları tekrar zihinlerimize çağrıştırdı. 28 Şubat darbesi, hayatın hemen hemen her alanına müdahale etmiştir. Özellikle İslami cemaat ve grupların dernek ve vakıfları kapatılıp pasifize edilerek sivilin sesi kesilmiş, devlet ile özellikle muhafazakâr STK’lar arasındaki güven ilişkisi zedelenmiştir.

Buna rağmen 17 Ağustos depreminde sivil toplum örgütlerinin olay mahalline hızlı ulaşım sergilemeleri hem acil kurtarmada hem de her türlü insani yardımlarda etkin rolleri buna karşın devletin ise henüz uyanamamış olması, devletin hantal yapısı ile ilgili tartışmaları tekrar gündeme oturtmuş ve sivil toplum örgütleri toplum nazarında meşruiyetlerini tekrar elde etmişlerdir.

2000’li Yıllar… STK’lar Aktör Oluyor 

2000’li yıllar, sivil toplum kuruluşlarının hem gelişim hem de değişim açısından en parlak dönemlerini yaşamaya başladığı yıllar olmuştur. 28 Şubat’ın oluşturduğu siyasi istikrarsızlıkların, hak ve özgürlüklerin kullanımının engellenmesinde hukuk adına yaşanan keyfî tasarrufların getirdiği gerilimli ortamda 2001 ekonomik krizi; siyasi, ekonomik ve toplumsal alanda derin travmalar yaşatmıştır. 28 Şubat’ın yarattığı siyasi mağduriyetler ve krizlerin faturasının mevcut iktidar partisi ve ortaklarına kesilmesi, halkın AK Parti’yi tek başına iktidara taşımasına sebep olmuştur. 

AK Parti’nin toplumsal uzlaşmayı önemseyerek toplumun tüm kesimlerinin beklentilerini anlayarak ve çağın gelişimine uygun zamanı iyi okuyarak demokratikleşme yönünde etkili adımlar atması, sivilleşme yolunda önemli etkiler doğurmuştur. Bu dönemde gerçekleştirilen üç önemli parametre, hem sivil toplumun gelişimini hem de STK’ların yönetimde daha aktif olarak kurumsal yapılarını güçlendirerek toplumsal konulara duyarlılıklarını artırmıştır. 

Öncelikle yönetimde “yönetişim” yaklaşımının kamu kurumlarında bir anlayış olarak uygulamaya konulması, birinci etken olarak görülebilir. Kamu yönetiminde veya daha geniş anlamı ile kamusal hizmetlerin yerine getirilmesinde devletin özel sektör ve üçüncü sektör olarak görülen STK’ları ortak görerek iş birliğine dayalı yönetimi savunan teorinin AK Parti döneminin kamu yönetimi reformunun önemli icraatlarından görülerek uygulama çabaları, STK’ları bu yeni rollerine daha hızlı entegre etmiştir. 

İkincisi, Avrupa Birliği ile ilişkilerde çok hızlı bir giriş yapılarak uyum yasaları çerçevesinde askıda kalmış birçok yasa yürürlüğe konulmuş, bireysel hak ve özgürlükler alanı genişletilmiştir. Bu müktesebat da kalkınma ajansları uygulaması yönetişim modelini ve mali fon katkıları ile STK’ların kurumsal yapılarını birkaç açıdan destekleyen sivil gelişim faktörleri olmuştur.

Üçüncü önemli parametre ise dernekler kanunu ve vakıflar yönetmeliğindeki yapısal değişiklikler ile sivil örgüt oluşumlarının kolaylaştırılması, denetimlerin daha şeffaf hâle getirilmesi, hükûmet komiseri gibi uygulamalara son verilmesi ve sivil toplum yönetiminin sivillere bırakılarak sivilleşme sürecinde önemli gelişmeler yaşanmış olmasıdır.

Sivil toplum adına önemli görülen bu adımların atılması ile sivil toplum kuruluşlarının niceliksel olarak kuruluş sayılarında ve insan kaynaklarında orantısal bir artış görülmektedir. Aynı dönemde mali fon kaynaklarının çeşitliliği ve özellikle yurt dışı fonlar konusunda tedirginlik anlayışından iş birliklerine açık hâline gelen STK’ların vizyonlarındaki değişim, kurumsal yapılanmadaki birçok etkeni de tetiklemiştir. Proje bazlı ortaklıklar ile kaynak yönetimi başta olmak üzere kitle genişlemeleri, istihdam kaynaklarındaki değişiklikler, uzmanlaşma ve profesyonelleşme çabaları özellikle nitelik olarak devlet-STK ilişkisindeki dil ve uyumsuzluğun giderilmesine katkısı olmuştur. Devletin -karşısında değil- yanında duran ve uyumu öne çıkaran kamusal dilin kullanıma dönüşmesi ve aynı zamanda kamu politikalarında gündem belirlemeye yönelik araştırma ve çalışmaların sunulma imkân ve fırsatlarının artırılmasının öz güven kazanımı, sivil toplum kuruluşlarının kurumsal yapılanmalarının şekillenmesinde bu dönemin katkıları olarak gözükmektedir.

Sivil Toplumun Konumu Yeniden Şekilleniyor

Henüz kontrol altına alınılamadığı ve nereye evirileceği öngörülemeyen 2008 küresel ekonomik krizin etkileri devam ederken küresel pandemiye karşı Batılı ülkelerde verilen başarısız sınav ve neoliberal politikaların çözümsüzlüğü, uluslararası boyutta sistemin politik ve ekonomik geleceğine dair belirsizliği derinleştirmiştir. 2008 kriziyle birlikte müdahaleci devletin geri dönüşüne tanıklık edilmiş ve krizin büyüklüğü ve ağın genişliği dolayısıyla tüm dünyayı etkisi altına almasıyla devlet müdahalesi, kimilerince yerinde bir çözüm olarak görülmüştür. Bu durum, bir süredir yönetişim eksenli iş birliğini öne çıkaran yönetim yaklaşımlarına karşın devletin rolünü tekrar geri alması veya kavram ve paydaşların yeni konumlarının belirlenmesine dönüşmüştür.

Bu krizlerden hizmetlerin yürütülmesinde rol alan sivil toplum kuruluşlarının da etkilenmemesi mümkün değildir. Nihai anlamda devlet gücünün hissini genişlettiği oranda sivil alana baskılama oluşacaktır. “İş birliğinden koalisyona” önerileri, hem devletin o aşkın gücünden endişe ile hem de sivil alandaki kazanımları koruma adına ortaya atılmış teorilerdir. Küresel ekonomik kriz, yönetim süreçlerini yeniden gözden geçirirken dünyada farklı dalgalanmalar da yaşanmaya, hareketlilikler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin bir kısmında dip dalga diye adlandırılan Arap Baharı şeklindeki toplumsal hareketler, hızlı yönetim süreçlerine dönüşmüş ve bazı ülkelerde radikal değişimler ile sonuçlanmıştır. Türkiye’de ise bir çevre duyarlılığı ile başlayan ve sonrasında marjinal sol örgütlerin eylem ve gösterilerde şiddete yöneldiği Gezi Parkı eylemlerinin amacından saptırılması ile halk desteğini sağlayamayınca çıkış noktasında başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Konumuzla ilgili esas olan bu hareketlilikler, sosyal medya diye adlandırılan iletişimin yeni boyutlarının aktif kullanılması ile kitlelerin hiçbir siyasal veya sosyal örgütün yönlendirmesi olmadan kendi kararları ve düşünceleri ile toplanabildiklerinin bir göstergesi olmuştur. Bu toplumsal hareketlere karşı devletlerin müdahalesi, baskı gücü ve hak arama eksenli sivil örgütlerin konumu tartışılmış bu da zemin kaymaları yaşanmasına, rol kaybetme endişelerine neden olmuştur. Birçok ülkede korumacılık refleksli milliyetçilik duyguları perçinlenmiş, yükselen bir milliyetçilik dalgası oluşmuştur. Küreselleşme, katılımcılık, uluslararası hukuk gibi kavramlar artık çok az konuşulmaya, devletlerin daha çok içe kapandığı, kendi sınırları içinde yaşayan kitlelere dönük mesajlar taşıdığının görüldüğü buna karşın dışa karşı her türlü hukuk ihlalini meşru görerek agresif ve gizlenmeyen baskın pragmatist politikalar geliştirdiği gözlenmiştir. Son tahlilde dünyada dengelerin değiştiği ve bu dengelere karşın devletlerin içe dönük geliştirdiği politikaların yönetim süreçlerine de yansıyacağı muhakkaktır. Bu aşamada, sivil toplum kuruluşları da devlet refleksine paralel olarak ve belki de aynı endişe ve korkularla, sivil ve bağımsızlık endişelerini bir kenara bırakıp ülkelerinin bağımsızlığını önceleyeceklerdir. Devlet ile toplum arasındaki münasebetlerin boyutlarının şekillenmesinde sivil toplum -kuruluşları-, tartışmaların tekrar odağında yer alacaktır. 

17-25 Aralık ve 15 Temmuz’a Giden Yol

17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde yargı ve emniyet bürokratları tarafından gerçekleştirilen operasyonlar, bir süredir hükûmet ile Gülen örgütü (sonrasında FETÖ terör örgütü olarak kabul edilen) arasında devam eden “dershane” tartışmalarının yeni vesayet araçları ile gerçekleştirilmeye çalışılan bir sivil bürokratik darbe olarak görüldü. Bu hadiselerden kısa bir süre önce iktidar politikalarını destekleyen ve kendine yakın gören bazı sivil toplum kuruluşları, Türkiye’nin meselelerinin kendi mecrasında tartışılması, gayrimeşru zeminlere çekilmemesi, millet için başarıyla mücadele edenlere karşı haksızlık yapılmaması, yeni vesayetler tesis edilmemesi, şahsi ve zümrevi kaygı ve menfaatlerin milletin, ülkenin ve demokrasinin önüne geçmemesi konusunda gazetelerde bildiri yayımladılar. Bu bildirinin yukarıda bahsi geçen tartışma geriliminde Gülen yapılanmasına karşı bir mesaj olduğu gayet açık olarak görülüyordu.

Bu operasyonlar sonrasında önceleri sessiz ifade edilen paralel devlet yapılanması (PDY) daha açık ve gür şekilde dile getirilmeye ve bir mücadele sürecinin başlamasına doğru evrildi. 2014 yılındaki yerel seçimler ile cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 2015 yılında iki defa gerçekleştirilen genel seçimlerin atmosferleri de siyasi iktidarın paralel yapılanmaya karşı baskılı vurgulara yer vermesini ve iktidar politikalarını benimseyen sivil toplum kuruluşlarının da bu zeminde konumlarını belirgin tutmalarını sağladı. Aynı dönem içerisinde İslami argümanlar içinde sıkça kullanılan “cemaat, hoca, hocaefendi” gibi kavramlar, halkın bilinçlerinde dezenformasyona uğradı. Siyaset ve sivil toplumun konumlarının devlet-sivil toplum münasebetlerinin boyutlarının, sınırlılıklarının ve çerçevesinin yeniden, kalıcı ve sağlıklı bir çözümle çizilmesi, biçimlendirilmesi açısından bir fırsat olarak da görülebilecek bu tartışma zemini, ekseni başka alanlara taşındıkça yeterince değerlendirilemedi.

Sonuç Yerine: 15 Temmuz Sonrası

1960, 1971, 1980 ve 1997 (postmodern) olmak üzere dört defa askerî darbe yaşayan Türkiye, 15 Temmuz 2016 tarihinde yeni bir darbe teşebbüsü ile karşılaştı. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere meclis, siyasi parti temsilcileri ve sivil toplum kuruluşları örgütsel olarak halkın ise kendi iradeleri ile organize olarak millî iradeyi hedef alan bu kalkışmaya karşı duruşları, darbelere karşı geçmişte yaşanmış benzer sessizlik beklentilerini boşa çıkardı. FETÖ’nün askerî bürokrasi içindeki mensuplarınca kalkışılan bu darbe girişimi sonrası tüm kurumları (üniversiteler, okullar, yurtlar, dernekler) kapatıldı. Ayrıca askerî alanlar ve okullar ile ilgili yeni kararlar alınarak hızlıca uygulamaya geçildi. Genelkurmay Başkanlığı, Millî Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Harp okulları, Millî Savunma Üniversitesi altında toplanarak sivilleştirildi. Özetle, devletin yeniden yapılandırıldığı bir dönem başlatıldı. Sivil ve askerî bürokrasi içindeki paralel yapılanma, yargı bürokrasisinin deformasyonu gibi alanlarda teknik anlamdaki yapılanma devam ederken ifade düzeyinde ulusal söylemlerin daha çok öne çıktığı, çevreyi merkeze taşıyan iktidar partisinin kurduğu yeni ittifaklar ile merkezin egemen dilini argümanlarına taşıdığı bir paradigma gelişti.

15 Temmuz gecesi gönüllülerini örgütleyerek meydanları dolduran sivil toplum kuruluşları ise sonrasında devam eden “demokrasi nöbetlerinde” de bulunarak demokrasinin güçlendirilmesi açısından etkin rol oynadılar. Fakat FETÖ’nün cemaat yapılanması, eğitim metodolojisi vb. argümanlar üzerinden varlığını İslami referanslar ile tanımlayan fakat hâlihazırda kuruluşlarına karşı pozitivizm ve laiklik ideolojisi üzerinden bir yıpratma aşaması eş zamanlı olarak yaşandı. 17-25 Aralık sonrası “İslami” kavramlar üzerinden yukarıda bahsedilen bir dezenformasyon yaşayan halkın bir kesimi, 15 Temmuz girişiminin de referans kaynaklarını benzer gördüğü kurumlara (cemaat, tarikat, STK) karşı diğer bir kesim ise iktidar yanlılığının devletin tanımladığı (kabullendiği) devlet dışı aktör olmanın bir gün yine benzer olaylara kalkışabileceğini düşünerek STK’lara karşı endişe ile yaklaştılar. Bu sıkışmışlık hâli içinde olan STK’lar, siyasal iktidarın merkez dilini kuşanmasını takip ederek benzer dili kullanmaya başladılar. Niceliksel olarak sivil toplum kuruluşlarının hızlı orantısal artıştaki düşüşünün göstergesi, bu tedirginliklerin sonucunun bir parçası olarak da yorumlanabilir.

Küresel çapta yukarıda bahsi geçen konjonktürün etkisine paralel olarak 15 Temmuz sonrası Türkiye’sinde devletin yeniden yapılandırılması çabalarında devletin rolünün öncüllenmesi ve etkisinin yaygınlaştırılması birçok alanda hissedilmiştir. Bununla birlikte Türkiye’nin bir sistem değişikliğine giderek Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi modeline geçmesi, demokrasi kanallarını daha yaygın ve ulaşılabilir konuma getirmiştir. Bugüne kadar toplumun taleplerini daha çok siyasal partiler üzerinden temsilî mekanizmalar ile gerçekleştirme çabaları, yeni hükûmet sisteminin cumhurbaşkanlığı ofisleri ve kurullarını doğrudan iletişim ve etkileşime açık pozisyona getirerek demokratik katılımcılık güçlendirilmiş ve ulaşılabilirlik bağlamında STK’lara da geniş alan açılmıştır. Ayrıca STK’ları merkez veya taşra teşkilatı gibi algılayan ve denetimini daire başkanlığı yapısı üzerinden kurgulayan sistemin yeni dönemde, yönetişim anlayışı içerisinde rehberlik ederek ortak aklı önemseyen sivil toplumla ilişkiler formatına dönüştürmesi de STK’ların katılımcılığını artırması açısından önemli bir gelişmedir.

Yukarıda sıralanan gerekçeler ve yaşananlar sonucunda gündemlerini siyasetin paralelinde tutan STK’ların 15 Temmuz sonrası halkın devam eden endişesini ortadan kaldırmak ve özellikle gençlik araştırmalarında da belirgin olarak göründüğü şekilde gençlerin STK-siyaset ilişkisinden kaynaklı gönüllü faaliyetler ile aralarına koydukları mesafeleri kaldırma çabalarına girişmeleri gerekmektedir. Bu amaçla STK’lar, öncelikle daha şeffaf bir iletişim stratejisi ortaya koyarak kurumlarının amaçlarını ve faaliyetlerini kamuoyu ile süreklilik içinde paylaşmalı, toplumsal duyarlılıkları önceleyen uzun vadeli projeler üreterek çalışma alanlarını yaygınlaştırmalı, gündelik siyasetin ötesinde sosyal dinamizmi etkili tutarak toplumsal ihtiyaçlara odaklı etkinliklerle gönüllü kazanımlarını arttırmalı ve kendi gündemlerinin politikalara dönüştürülmesinde öncülük etmelidirler. Ayrıca küresel düzlemdeki belirsizlik ve kayganlıklar ile Türkiye’nin 15 Temmuz sonrası yeniden yapılanan sistemi içerisinde Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları, kadim vakıf kültürü referansı ve tecrübesi ile modern dönem STK konumlanışlarının değişimi çerçevesinde yeni bir paradigma ortaya koyabilme fırsatını da değerlendirmelidirler.